O gün İzmir, yepyeni bir güne ulaşmıştı: 
Akgün…
Evet, 9 Eylül 1922 günü Türkler’in Agünüydü. Tam üç buçuk yıl önce, 15 Mayıs 1919 günü yaşadıkları büyük kıyım hala belleklerindeydi. Birkaç saat içinde 2.000 şehit verdikleri o Karagün kentin üzerine bütün ağırlığıyla çöreklenmişti. Artık kent, işgalin bütün aşağılayıcı, onur kırıcı ve acımasız yüzüyle karşı karşıyaydı. O zifiri karanlık içinde kıvranan İzmirliler hep şunu soruyorlardı:
-“Bu koyu karanlık içinden sıyrılıp aydınlığa kavuşacağımız o Akgün ne zaman gelecek?”
Bir süre sonra Mustafa Kemal Paşa’nın yurdu işgal eden emperyalist güçlerle soylu bir kavgaya girdiğini duymuşlardı. Kutsal Yurt ana kendi öz çocuklarını bağımsızlık ve özgürlük savaşına çağırıyordu. İzmirli yurtseverler bu çağrıya derhal karşılık verdiler. Bir kısmı gizlice Anadolu’ya, Mustafa Kemal Paşa’nın yanına koştu. Bir kısmı da İzmir’de örgütlenme, silahlanma ve bir direniş cephesi oluşturma çabasına girdi. Ve bir gün kulaklarına o büyük müjde çalındı: Yunan Ordusu Dumlupınar’da bozguna uğramış ve Yunan kuvvetlerini ezen Mustafa Kemal’in askerleri kurşun gibi İzmir’e doğru akıyorlardı.
Ve artık günler öncesinden bakışlar doğuya dönmüş, dağların eteklerinden süzülüp gelen Türk süvarilerini beklemeye başlamışlardı.
Ve o gün geldi. İzmir’e Bornova’dan, ardından da Halkapınar üzerinden giren yalınkılıç süvarilerin atları rüzgar gibi Kordonboyu’na dalmışlardı. Kordon’un taş döşeli yollarına balyoz gibi çarpan nallardan kıvılcımlar saçıyordu. Ardı ardına sanki bir mitolojik öyküden çıkmış kahramanlar İzmirliler’in ve denizden kıyıda olup bitenleri gözleyen düşman donanmasının önünden bir resmi geçit yapıyorlardı: Yüzbaşı Şerafettin’ler, Teğmen Zekiler, Hamdiler, Ali Rızalar, Besim Beyler… Ve daha nice isimsiz kahramanlar…
Süvariler Kordon’da at koştururlarken Büyük Gazi erkânıyla birlikte Nif’e ulaşmıştı. Nif’ten Belkahve’ye geldi. Eline dürbününü aldı ve bir yükselti üzerinden İzmir’i ve körfezi gözetlemeye başladı. İşte Karşıyaka, Konak tarafları, Hilal, Seydiköy ve Kadifekale… Derken Hilal, Konak ve daha ötede Seydiköy (Gaziemir) ve Cumaovası… Belli yerlerde dumanlar yükseliyordu. Limanda kaynaşan değişik bandıralar takmış gemiler, tuhaf bir telaş içindeydiler. Açıklarda savaş gemileri görünüyordu; ancak daha çok Anadolu’dan Ortodoks Rum halk, onların arasına giysi değiştirerek karışmış bozgun Yunan askerleri… Yunan ordusunun hesabına çalışmış yerli hainler, derken öteki yabancılar… Bir telaş içinde gemilere binerek bir an önce Yunanistan’a kaçma telaşı içindeydiler. 
Bir Fransız gemisinden çekilmiş telgraf Gazi’nin önüne konuldu. Tel Mürsel Paşa’dandı. O süvarilerin İzmir’e girdiğini, hükümet konağına bayrak çekildiğini, Sarıkışla’nın ele geçirildiğini söylüyordu. 
Gazi derin bir nefes aldı. Yüzünde dağılan sert çizgilerin yerine tatlı bir tebessüm gelip yerleşti. Çevresindeki paşalar da gülümsüyorlardı. Canı kahve içmek istedi. Hemen az ilerilerinde, yolun kıyısında bulunan kahve ocağına gittiler ve bir incir ağacının altında keyifle kahvelerini yudumladılar.
Çevresindekiler artık hedefe ulaştığını, İzmir’in kurtulduğunu söylüyorlardı. O ise bir ara yanlarında bulunan Halide Edip onbaşıya (Adıvar):
-“Asıl savaş şimdi başlıyor!” dedi.
Asıl savaş; yani cehaletle, yoklukla ve geri kalmışlıkla.
Yanındaki diğer paşalardan bir istekte bulundu:
-“Bu geceyi iyi geçirmek için ne yapalım?” 
Yanıt almayı beklemeden kendisi devam etti: 
-“Yapacak bir şey yok. Bir araya gelelim, şarkı söyleyelim” .
Kahveler bitti. Ardından tatlı bir sohbet başladı. Latif şakalar yaptılar ve şarkılar söylediler. Sonra da kalkıp hemen ötelerinde kiremit çatıları, gökyüzünün mavisine doğru uzayan minaresi, bağları, bahçeleri görülen Nif’e doğru hareket ettiler.
Gazi’nin Nifte kalacağını öğrenen Nifliler o gece şenlikler yaptılar ve şenlikler düzenlediler. Gazi evin kapısından içeri girdiğinde onu başları beyaz örtülerle sıkıca sarılmış köylü kadınlar karşıladılar. Gölgeler gibi çekingendiler. Gazi’yi dar girişte görünce, yerlere kadar eğildiler; sarılıp dizlerinden öptüler. Başörtülerinin ucu ile çizmelerinin tozlarını aldılar. Tozları gözlerine sürdüler. Gözyaşları ayaklarına doğru damlıyordu. Sonra kadınlar el bağladılar ve yaşlı gözlerle Gazi’ye uzun uzadıya baktılar. Bu sahnenin tanığı Ruşen Eşref (Ünaydın) bey şunları not ediyordu: “Bu el bağlayışlar, bu susuşlar sana bir sonsuz minneti ve hayranlığı bin sözden ne kadar daha iyi anlatıyordu".
Ertesi gün Gazi erkenden kalktı. İsmet, Fevzi ve Asım Paşa’yı da yanına aldı. Sonra otomobil hareket etti. Belkahve aşıldı. Kıvrılarak inen tozlu yolun sonunda İzmir, sanki bir kızıl elma gibi onları bekliyordu. Bağlar, bahçeler arasından geçen otomobil, Önce Bornova’ya ardından da Halkapınar’a ulaşıldı. Daha dün Bu yollardan rüzgar gibi süvariler geçmişlerdi. Bir ara İzmir marşı kulaklarında sanki terennüm etmeye başladı:

İzmir'in dağlarında çiçekler açar,
Altın güneş orda sırmalar saçar;
Bozulmuş düşman yel gibi kaçar,
Yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşa,
Adın yazılacak mücevher taşa.

Ve Halkapınar… Daha dün, saat 10.30’da, Yüzbaşı Şerafettin Bey’in müfrezesinden dört süvarinin şehit düşmüş kutsal bedenleri… Halkapınar’dan Alsancak sokaklarından halkın yoğun alkışları arasından Kordonboyu’na çıkış… Bura da Fahrettin Paşa da onlara katılmış, atının üzerinde, öteki atlı süvarilerle onlara eşlik ediyordu. Otomobil ilerledikçe Kordon’a yığılmış İzmirliler, Gazi’yi bağırlarına basıyor; onun için sevinç naraları atıyorlardı. Davul zurnalar çalıyor, öbek öbek birikmiş gruplar arasında zeybek oyunları oynanıyordu. Kimi yaşlı insanlar kendilerini tutamıyor, ağlayarak gazinin arabasına sarılıyor, ona dokunmaya çalışıyorlardı. 
Kordon’da, paşalar için oturulacak bir yer hazırlanmıştı. Gazi Mustafa Kemal Paşa yanında ve öteki paşalar kendileri için ayrılmış yerlere oturdular. Süren şenlikleri izlemeye başladılar. Bu arada bir İngiliz gemisinden bir İngiliz bahriye subayı karaya çıktı. Yanlarına gelerek Gazi Paşa’ya bir not uzattı. İngilizce yazılmış metinde şunlar söyleniyordu:
“Türkiye ile İngiltere’nin savaşta mıdır, değil midir?” 
Gazi şu yanıtı verdi:
“Aramızda henüz barış yapılmamıştır. İngilizlerle barış halinde değiliz” .
Kısa bir dinlenmeden sonra yeniden hareket edildi. Otomobil Kordonboyu’ndan Hükümet Konağına doğru ilerliyordu. Alkışlar, bağırış çağırışlar, naralar arasından süzülen otomobil, üzerine yağan gül yaprakları arasında Hükümet Konağı’nın önüne geldi. Kuşluk vaktiydi. Gazi halkın alkışları arasında otomobilinden indi. Halkın tezahüratı arasında konağa girdi. Bir odaya geçerek, Birinci Ordu Komutanı Nurettin Paşa ile bir durum değerlendirmesi yaptı. Gazi’nin oturduğu masanın üzerinde parıldayan bir kılıç bulunuyordu. Bu kılıç, İzmir’e ilk girecek olan süvari subayına verilmek üzere Buhara Cumhuriyeti tarafından gönderilmişti. 
Halkın tezahüratı bitecek gibi değildi. Gazi dayanamadı ve hükümet konağının balkonuna çıkarak halka bir konuşma yaptı:
-“Bu başarı milletin eseridir!”
Dışarıda, halkın arasında her yanı kırmızı beyaz kurdeleler ve güllerle süslenmiş bir otomobil duruyordu. Arabanın yanında da bir kınalanmış bir kuzu duruyordu. Kuzunun kendisi için kesileceğini gören Gazi Ruşen Eşref Bey’e; 
-“Aman, çabuk gidin söyleyin, şu kuzuyu kesmesinler!” dedi.
Ancak, artık çok geçti. Ruşen Eşref aşağıya inene kadar kuzu çoktan kesilmişti. Aşağıdan Gazi’nin bulunduğu balkona doğru bakan Ruşen Eşref Bey, kuzunun kesilmesine dayanamayan Gazi’nin içeri geçtiğini gördü. O anki duygularını defterine şunları not etti: 
-”Muzaffer Başkomutan bir kuzu kanı dökülmesine bakamayacak derecede bir insan yüreği taşır (dı).
Bağrına Gazi’yi basmış olan İzmir’liler, artık o Akgün’de en değerli konuklarını ağırlıyorlardı.