Geçtiğimiz cuma günü haber sitelerine Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın, “Fethullahçı Terör Örgütü”(FETÖ) iddiasına ilişkin ana soruşturmasını tamamladığı ile ilgili tafsilatlı bir haber düştü. Hafta sonunda gereği gibi okuyup araştırmak ve üzerine söyleyeceklerimizi yazmak üzere not alıp günü kapattık.
Gece darbe girişimini sosyal medyadan öğrendik.
İddianameden aklımda olanlar, bu yapının sessiz kalmayacağını gösteriyordu. Hemen o gün darbe yapacak kadar ileri gidebilmeleri, tamamen deşifre olacaklarının da bir göstergesiydi. Bu nedenle darbe girişimi “intihar saldırısı” olarak değerlendirilebilir.

Şimdi, aralarında Fethullah Gülen, Hidayet Karaca, Ekrem Dumanlı, Akın İpek ve eski milletvekili İlhan İşbilen’in de bulunduğu 73 sanık hakkında ikişer kez ağırlaştırılmış müebbet ve 65’er yıl süreli hapis cezası istemli 660 sayfalık iddianamedeki bazı detaylara bir göz atalım;
Gülen’in bir numaralı sanık olduğu iddianamede, Gülen cemaatinin arkasında ABD ve CIA’nın olduğunun açığa çıktığı iddia ediliyor.
Bir başka dikkat çekici detay, örgütün ülkedeki bütün kurumlarda hâkimiyet sağlamak üzere kadrolaştığı şeklindeydi.
İddianame bu konuda şu detaydı da veriyor:
“(…) Muhtemel bir askeri müdahalede kadrolarının ezilmemesi için tedbirli hareket etmiş, 2003 ila 2007 yılları arasında pasif durumda kalmıştır. Örgüt, 2007’den sonra örgütlenmesini tamamlamış, güç dengesini lehine çevirmiş ve operasyon hünerini ortaya koymuştur. Anayasa değişikliği örgütü devlet içinde çok ileriye taşımıştır ve 12 Eylül 2010 sonrasında artık örgüt kendini devletin tek fiili hâkimi olarak görmeye başlamıştır. Bu durum 17 Aralık 2013 gününe kadar devam etmiştir."
Ne dersiniz; yakın geçmişe ve bugüne ışık tutan bir ifade değil mi?

Şimdi gelelim en önemli noktalardan bir diğerine;
Gülen cemaatinin 1971 yılından itibaren Türk Silahlı Kuvvetleri içerisinde örgütlenmeye çalıştığı ve 1984’ten sonra bu faaliyetlerin yoğunluk kazandığı da iddianamede yer alıyor.
Örgüt üyelerinin Gülen’i muhterem bir Mehdi-Mesih kabul ederek tanrılaştırdığının da yer aldığı iddianamede FETÖ’nün, demokratik hukuk devletinin özelliklerini ortadan kaldırmak amacıyla kurulmuş en geniş katılımlı silahlı terör örgütlenmesi olduğu savunuldu.

Örgütün 150 milyar dolarlık mali büyüklüğe sahip olduğu belirtilen iddianamedeki diğer bazı ayrıntılar da şöyle;
FETÖ için öncelikli yer TSK’dır. Burada örgüt aşırı bir kadrolaşmaya gitmiştir.
TSK içerisindeki bu yapı ordu disiplinini bozacak ve ülke savunmasında zafiyet oluşturacak bir yoğunluğa ulaşmıştır.
Ergenekon ve diğer askeri davalar, sivil siyaset üzerindeki askeri vesayetin kaldırılması için değil, örgütün TSK üzerinde egemen olması için gerçekleştirilmiştir.
Bugün TSK içerisinde önemli oranda kurmay subay olarak FETÖ mensubu bulunmaktadır.
FETÖ, en çok bu kuruma sızıp TSK’yı darbeci, hükümet düşmanı, ateist bir yapı olarak algılatmış, itibarsızlaştırıp, “Kâğıttan kaplan” olduğunu ilan ettirmiştir.
Askeri hâkimlerin çoğunluğunun bu örgüte mensup olduğu, örgütle organik bağı tespit edilmesi nedeniyle adli yargıya alınmayanların askeri yargıya alınıp hâkim yapıldığı iddia edilmiştir.
28 Şubat sürecinde irtica ile mücadele, şekille, kılla ve örtüyle uğraşmakla heba edilmiştir. TSK, içerisindeki gerçek yapılanmayı görmek istememiş veya görmesi engellenmiştir. Bu dönemde FETÖ kadrolaşması ve yapılanması katlanarak devam etmiştir.
Son yıllarda bu örgütten olmayan neredeyse hiç kimse askeri okullara girememektedir.
Kurmay subaylık sınav soruları önceden elde edilip örgüt mensuplarına itaat ve eğitim kriterine göre verilerek avantaj sağlanmıştır.
Askeri hâkimler ve askeri pilotlar üzerinde baskı kurulmuş, pilotlar TSK ile ilişiklerini keserek özel havayollarında çalışmaya zorlanmıştır.
Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nda bu yapıdan olmayan veya bu yapıya boyun eğmeyen askeri pilot bırakılmamaya çalışılmıştır.
Ordu içerisinde örgütlenebilmek için FETÖ, subay ve astsubaylarla modern, bakımlı, çekici kız üyelerini evlendirip yıllar sonra onlar üzerinden bilgi edinerek ordu içerisinde kontrolü sağlamış ve ordunun pasifize edilmesi evlilikler yoluyla içten mümkün olmuştur.
TSK, 2006’da başlayan paralel yapının asimetrik, psikolojik harekâtlarına dayanamamış, silahlı ve devletin en etkili gücü paralel yapı karşısında pes etmek zorunda kalmıştır.
TSK bir cemaat yapılanması haline dönüştürülmeye çalışılmaktadır. TSK’yı kontrol ettiğini iddia eden FETÖ, darbe ve iç savaş tehditlerinde bulunmaktadır.

İddianamede başka çarpıcı detaylar da vardı;
Hrant Dink cinayeti: Örgütün, amacını gerçekleştirmek için başlatacağı kumpas soruşturmalarının önünde engel olarak gördüğü bir müdürü hedef haline getirdiği, ortadan kaldırılması için işlenecek bir cinayeti bilerek önlemediği, cinayetin her aşamasından haberdar olan örgüt mensuplarının olayı kullanmak istediği, Hrant Dink’in öldürülmesi olayını kasten engellemediği, Dink’i korumak için alınması gereken tedbirlere de engel olup kamu gücünün FETÖ örgütünün emrine uygun olarak kullanıldığı,
Necip Hablemitoğlu cinayeti ile ilgili bölümde şu satırlar dikkat çekici;
“Hablemitoğlu, Cemaat’e karşı açıktan mücadele vermiş bir kişi idi ve adeta baş düşman bellemişti.”
Danıştay saldırısı konusunda da şu satırlar var;
FETÖ’nün doğrudan karıştığı olay, Danıştay saldırısıdır. Alparslan Arslan adındaki bir avukat, ateşli silahla Danıştay’ı basarak İkinci Daire Başkanı Mustafa Yücel Özbilgin’i öldürüp yanındaki üç kişiyi de ağır bir şekilde yaralamıştır. “

 Van Cezaevi’nde tutuklunun intiharı, MİT görevlisinin ölümü, Yarbay Ali Tatar’ın intihar etmesi, Tuğamiral Cem Aziz Çakmak, Kurmay Albay Murat Özenalp, hâkim adayı Didem Yaylalı’nın ölümü, öğrenci Erkan Eryiğit’in ölümü de bu iddianamedeki detaylardan bazıları.
Emniyet Genel Müdürlüğü yöneticilerinin, İlhan Cihaner’in tutuklanması, Tahşiye Davası, Cumhurbaşkanı’nı tehdit etmek, MİT TIR’larının durdurularak aranması da iddianamede yer alıyor.

Şimdi kişisel bazı tespitlerimize gelelim;
Yaşandığı günden bu yana; Rusya uçağının düşürülmesinde NATO ve FETÖ ile ilgili bir komutanın bu işi yapıp Türkiye ile Rusya arasını açıp, Türkiye’yi NATO’ya mecbur ettiği yönünde düşüncelerimiz vardı. Darbe girişimi sonrasında bu düşüncelerimizde yalnız olmadığımızı gördük.
Devletin, elbette o gün devlet olmanın gereğiyle olayı sahiplenmesi gerekiyordu.
Bir başka detay, BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’nun öldüğü helikopter kazasına ilişkindi. Helikopterden kritik parçaları söktüğü belirlenen TSK mensubunun, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Marmaris’te kaldığı otele operasyon yapan ekipte bulunması da bu konudaki şüphelere haklılık kazandırıyordu.

Netice olarak, suç dosyası bu şekilde ortaya konan bir örgütün, iddanamenin kabul edildiği gün, nihai amacını öncelemesini yaşamış olduk.
Darbe amacına ulaşmasa da, iç savaş görüntüsüyle NATO’nun Türkiye’ye müdahale etmesi çağrısı yapılabilecekti. Bunun denemesi daha önce de güneydoğu vesilesiyle yapılmıştı.
Başta Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Binali Yıldırım olmak üzere hükümet ve devlet görevlileri Cuma akşamını çok iyi yönettiler. Erdoğan’ın İstanbul’a gelmesini ve kameraların karşısına geçmesini sağlamak da kayda değerdi.
Halk çağrılara kulak verip sorumluluk hissederek meydanları doldurdu ve kalkışmayı bastırmada büyük rol üstlendi.
Sokağa çıkın çağrılarının son derece yerinde olduğunu söylemek lazım. Meydanlara darbe şakşakçıları inmeden darbe karşıtlarının inmesi, sürecin seyrini etkiledi.

Gelinen noktada, bu yapının en son ferdine kadar, hepsinin pasifize edilmesi sürecinin hızlandığını görüyoruz. İkinci bir kalkışmaya fırsat vermeme adına, “Meydanları boş bırakmayın” çağrısının doğruluğunu biliyoruz. Halk demokrasiye o kadar sahip çıktı ki, uykusuz günlerden kimse şikayetçi değil.
Konya meydanlarında AK Partili, MHP’li, CHP’li, Saadetli, BBP’li herkesi bir arada görüyoruz.
Selamete çıktığımızı Erdoğan’dan duyana kadar vatandaşın sokakları, meydanları bırakmayacağı da görülüyor.