Türk Milleti dünyanın üç kıtasında tarihin en büyük imparatorluklarından biri olan Osmanlı Devleti’ni kurmadan önce bile; o muhteşem devleti millî vicdanlarında kurmuşlardır. Hatta Anadolu’daki ana vatanlarını her tarafından genişletmek için bu ülkü uğruna âdeta manevî bir harita hazırlamışlardır. Gönüllere giren bu vicdanî haritanın çeşitli yönlerindeki büyük merkezlerine hep “Kızıl Alma = Kızıl Elma” adı vermişlerdir. Anadolu’nun etrafında uzak, yakın birçok Kızıl Elmalar vardır. Eski Türk efsanelerine dayanan bu güzel sembol ordunun gideceği hedefleri gösterir. Yorulmak bilmeyen eski Türk atılımları işte bu Kızıl - Elma’lara doğru atıldıkça yüzyıllara göğüs gerecek muazzam bir imparatorluk kurulmuş ve her sefer biz zafer getirmiştir, dolaysıyla sınırları alabilmeğine genişlemişedir... 
İslam nuru ile yoğrulan Türk’ün “Ayasofya-Kostantiniyye- Kızıl Elması” ülküsüne kavuşacağı inancı ise Hazreti Muhammed’in; “Konstantiniyye (İstanbul) elbet feth olunacaktır. Onu feth eden kumandan ne güzel kumandan, feth eden asker, ne güzel askerdir.”  Hadis-i şerifi ile daha da kuvvetleniyordu. Çünkü Türkler’in dünya mülkü için kullandığı mecaz Kızıl Elma idi. 1453 yılından önce Kızıl Elma’nın Ayasofya’nın önündeki dev imparator Jüstinyen heykelinin sağ elinde bulunan küre olduğuna inanılırdı. Heykelin o gün yıkılmasıyla, birlikte küre batıya hareket ederek Osmanlı’nın yeni hedefini simgelemeye başladı. Roma kenti. II. Mehmet’in üç kuşak sonraki, torunu Muhteşem Süleyman’ın ağzından, ‘’Roma’ya! Roma’ya’’ nidası hiç eksik olmazdı. Daha sonraki sultanlar için Kızıl Elma, Habsburg Kutsal Roma İmparatorları’nın başkenti Viyana idi.
Osmanlı ihtirasının bir rakibi, bulunmuyordu. Karşılaştırıldığı zaman İran Şah’ı çekingen, Fransa Kralı mütevazı ve Kutsal Roma İmparatoru taşralı kalıyordu. Roma’nın Kızıl Elma için hedef olmasının sebebi de Vatikan’daki Sen Piyer Kilisesi’nin kubbesindedir. Roma’da güneş doğarken güneşinin ışıklarında kilisenin kubbesinin görüntüsünün “kızıl bir elma” görünümünden olması efsanevi yönünü kuvvetlendirmektedir.
Bu manevî sembolü maddileştirerek izah etmek kolaylık gören Osmanlı yazarları “Altın Top,” “Altın Hokka” ve “Kür-re-i lâal (Yakut Top)” gibi elma şeklinde birtakım kızıl kürelerden söz etmişler ve eski Türklerin “Kızıl Elma” adını taktıkları şehirlerin hepsinde ya en büyük kilise kubbesinin veyahut bir saray damının kubbesidir. İşte böyle bir parlak topla göz kamaştırdığına ait birtakım tafsilata bile girişmişlerdir! Meselâ (Evliya Çelebi) Budin Sarayı’ndan bahsederken: Her kasrın kubbelerinde birer altıntop asılı olduğundan, adına “Kızıl Alma” sarayı derlerdi, diye Macaristan’ın Başkentine Türklerin “Kızıl Elma” dediklerini anlatır. İslâmiyet’in gaza ve cihat esasları ile uyumlu olarak fethedilmiş veyahut edilememiş birçok Kızıl - Elma’lar vardır. Bunların en mühimleri şöyle sıralanabilir:
• Ayasofya - Kostantiniyye- Kızıl Elması: İstanbul,
• Rim-Papa Kızıl Elması: Roma,
• Engürüs (Macar) Kızıl Elması: Budin,
• Orta - Macar Kızıl Elması: Estergon,
• Beç Kızıl Elması: Viyana.
Bunlar gibi daha birçok eski Türk Kızıl - Elmaları vardır. Bunların en mühimi olan Kostantiniyye Kızıl - Elması Ayasofya demektir ve bu ad fetihten çok önce kararlaşmıştır. Millî ve dinî gayelerin birer kilise şeklinde tasavvur ve tasvir ettiği bütün bu müşterek hedeflerinin camiye tahvili eski Türk’ün en kutsal ülküsüdür. Yüzyıllar boyunca bütün şehitlerimiz işte bu millî ve dinî gaye uğrunda kan döküp can vermişlerdir. Millet kendi gelecekteki felsefesini genlerine kodladığı gibi liderini zafer için kodlarsa, şifresini de desteğini de ona verir. Yani lider halkın göstermiş olduğu bu sevgi ile beslenir, bu sevgi ile güçlenir ve yine bu sevgi ile inandığı kutsal dava için daha da çok çalışmış olur. 
İşte Ayasofya Kızıl Elması için liderini “zafer senindir,” teşvikinin en güzel örneği; “yıl 1451 daha İstanbul fethedilmemiştir. Osmanlı’nın Başkenti Edirne’dir. İstanbul’da meydana gelen bir deprem, Ayasofya’nın kuzey kısmını bir tarafa eğmiş ve yıkılma tehlikesine maruz bırakmıştı. Bu hal Bizanslıları korkuttu. İmparator her taraftan yardım istedi II. Mehmet o sırada hayatta olan mimar Ali Neccar’ı büyük bir dostluk eseri olarak Ayasofya’yı tamir etmek üzere gönderdi. Bursa ve Edirne’deki büyük camilerin mimarı olan bu zat, her biri Yecüc’ün (Çin’in) setlerine benzeyen dört payanda ile mabedi yıkılmakta kurtardı. Mimar Ayasofya’nın sonradan sarıkçı dükkânları olan kısmındaki istinat (Türk Göğüsleme duvarı) duvarlarının içine iki yüz basamaklı bir merdiven yapmıştı. İşin sonunda Bizans İmparatoru ona bu merdivenleri ne maksatla yaptığını sorduğu zaman icabında kurşunluğa çıkmak için cevabını vermişti. Bunun üzerine İmparatorun çok kıymetli hediyelerine nail oldu.
Ali Neccar Edirne’ye varışında Sultan Mehmet’e: ” Ey hükümdarım, dört büyük payanda ile Ayasofya’nın kubbesini kurtardım. Tamir vazifesi bana kısmet oldu, onu fethetmek vazifesi de size düşüyor; hatta yapacağın minarenin temelini de hazırladım ve üzerinde ilk namazı da ben kıldım... “ Demişti. Üç yıl sonra da Sultan Fatih tam bu temelin üzerine altı köşeli güzel bir minare (tuğla minare) yaptırdı. İşte bu olay, ” Türk Milleti’nin “Kızıl Elma” ve liderine olan inancının güzel örneklerinden biri olarak da tarih sayfalarına altın harflerle yazılacak cinstendir. 
Âdeta bir kanun gibi daima riayet edilmiş muhteşem bir Türk ananesi vardı: Her hangi bir kale yahut şehir fethedildiği zaman surun üstüne bayrak çekilirken mutlaka ezan okunur ve Türklüğün sembolüyle Müslümanlığın ses ordunun zaferini birlikte ilân etmiş olurdu. En büyük kilisenin camie tahvili de işte bu ilk fetih gününün ilk işiydi. Eski Türk işte böylece “Kızıl Elma’sına” kavuşmuş sayılır ve ilk cuma namazı işte o “Kızıl Elma” camiinde, yani hem İslâmiyet’in, hem Türklüğün hâkimiyet timsali olan büyük camide kılınırdı. Bu gibi camilere genellikle; “Fethiye Camii” veyahut “Kilise Camii” denilir ve bazen de Ayasofya’da olduğu gibi eski adı bir zafer alâmeti olarak bırakılırdı. İşte bütün bunlardan anlaşılacağı gibi, kiliseden çevrilmiş büyük cami demek; Türk ordusunun tarihî, millî ve dinî bir zafer anıtı ve aynı zamanda Kızıl Elma’nın en büyük sembolü demektir. Bu vaziyete göre “Ayasofya Camii” yalnız bir İslâm mabedi değil, aynı zamanda Türk fethinin en büyük millî ve tarihî abidesidir. 
Ayasofya İstanbul’un fethinde usulden olduğu üzere şehrin büyük kilisesi olarak camiye çevrildi. Tursun Bey’in ifadesine göre kubbeye kadar çıkan Fatih Sultan Mehmet binanın ve çevresinin harap görüntüsü karşısında meşhur Farsça beytini söylemiştir. Tursun Bey, Fatih Ayasofya’ya girdiğinde “vakta ki bu binayı hasisün tevabi ve levahikin harab u yebab gördü” der ve Sadî’nin şu meşhur Farsça beytini söylediğini rivayet eder;
Perde-dârî mî küned der tâk-ı kisrâ ankebût
Bûm-i nevbet mî zened der kal’a-ı Efrâsiyâb
Yani; “Örümcek Kisrâ’nın penceresinde perdedarlık yapıyor/ Baykuş Efrasiyab’ın kalesinde nöbet bekliyor.” Fatih Ayasofya’nın tahribini önlemiş, burada müezzinlerinden birine ezan okumasını emretmiş, müezzin ezan okuduktan sonra maiyeti ile beraber ilk namazı kıldıktan sonra camiyi kendi hayratının ilk eseri olarak vakfetmiştir. 
Bizans tarihçisi Dukas, Ayasofya’da ilk ezanın okunmasından ve ilk namazın kılınmasından duyduğu ızdırabı şöyle dile getirir “âdem-i meşruiyetin veledi, Deccal’ın mübeşşiri, mihraptaki mukaddes din taşının üstüne çıkarak, namazını kıldı. Nedir bu nekbet? Heyhat nedir bu dehşet veren acibe, eyvah ne olacağız? Vay vay, neler görüyoruz? Altında havarilerin ve şehitlerin mübarek bakiyeleri medfun bulunan bu mukaddes mihrap üzerinde bir Türk, bu mihrabın üzerinde bir dinsiz? Ey güneş titre! Allah’ın kuzusu nerededir? Bu mihrap üzerinde kurban olan, yenilen ve hiçbir zaman tükenmeyen Babanın oğlu nerede? Hakikaten fasit bir neticeye vardık, günahlarımızdan dolayı bizim ibadetimiz, diğer milletlere nispetle, hiç nazarı itibara alınmamıştır. Allah’ın hikmeti namına bina olunan, Ekânim-i Selâse kilisesi, Büyük Kilise ve Yeni Sion adlarını almış olan bu mabet, bu gün barbarların ibadet yeri ve Muhammed’in evi adını aldı ve öyle oldu. Ey Cenab-ı Hak verdiğin hüküm adildir! Yani bu Bizans pasif kaldı bu nedenle bu cezayı hak ettik demektedir.
Netice itibariyle İstanbul’un 29 Mayıs 1453 salı gününe rastlayan fethinden 24 Kasım 1934 tarihinde Bakanlar Kurulu kararı ile müzeye çevrilinceye kadar, Milâdi takvim’in ıslahından doğan on günlük fark da hesap edilmek şartıyla 481 yıl, 5 ay, 16 gün cami vaziyetiyle “Kızıl Elma” sıfatını muhafaza etmiştir. İnşAllah bundan sonra da Türk hâkimiyetindeki Ayasofya Camii” olarak hizmete devam etme imkânını bulur ve de dört minaresindeki ezan sesleri sonsuza kadar devam eder.