“Mutlak hükümranlık yed-i Kudretinde olan Allah, Yüceler yücesidir ve O’nun her şeye gücü yeter. 

O ki, hanginizin daha güzel davranacağını imtihan için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O mutlâk galiptir, çok bağışlayıcıdır.” (Mülk 67/1, 2)

(Hayat ma’nasız bir varoluş olmadığı gibi ölüm de sonu hiçlik olan bir yok oluş değildir. Bilakis hayat, hayırlı faaliyetler sahası ölüm ise bu faaliyetlerin karşılığını bulacağımız ebedî varlık sahasına geçişi te’min eden bir dönüm noktası, aynı zaman’da Peygamber’imiz salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimizin beyan buyurdukları gibi, bir vaiz-uyarıcıdır da.) 

Allah Celle Celâluhû, Zâtı, Sıfâtı ve Efâli dışındaki her şey için adem, yokluk, ölüm esastır. Onun içindir ki, yukarıda meâlini verdiğim âyet-i Kerime’de “Mevt,” (Ölüm), “Hayat,”dan (yaşam)’dan önce zikredilmiştir. “Lâ Şey’e İllâ Hû,” (Allah’tan başka hiçbir şey yoktu.) Sonra, Allah’ın Kudreti ve Azametiyle vücud buldular. “Küllü Şey’in Yerciu İlâ Aslihî” (her şey aslına (adem’e-yokluğa) rücu edecektir. (dönecektir). 

“Allah ile birlikte başka ilahlara tapıp yalvarma! O’ndan başka ilah yoktur. O’nun Zâtından başka her şey yok olacaktır. Hüküm O’nundur ve siz ancak O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas 28/88) 

Adem’den, (yokluktan), varlığa getirilen her şey yine adem’e (yokluğa) mahkûmdur. Varlık’tan yokluğa geçişi de Cenab-ı Hakk İlm-i Ezelisiyle ta’yin, tespit ve takdir buyurmuştur. 

“Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an geri kalırlar ne de bir an ileri gidebilirler.” (A’raf 7/34)

(Her ümmet, her millet ve her devletin Allah tarafından ta’yin edilmiş bir ömrü vardır. O vakit geldiğinde onu ne bir saat ileri ne de bir saat geri alabilirler. Milletler ve devletler, fertler gibidir, kurulur, gelişir, duraklar, geriler, nihâyet yıkılır, yok olurlar ve tarihe karışıp giderler. Milletlerin, devletlerin kısa ya da uzun ömürlü oluşları toplumun maddi-ma’nevî bünyesinin sağlamlığına bağlıdır. Tıpkı fert’lerin sadaka ve diğer hasenat ile ömürlerinin uzaması, aksinde kısalması gibi. Bu durum ta’yin edilmiş ecel’e aykırı değildir. Zirâ Yüce Allah fert’lerin ve toplumların vaziyetine göre, ecellerini ta’yin eder. Ecel’in geliş anı’nı da Allah’tan başka kimse bilmez.) 

“Kıyâmet vakti hakkındaki bilgi, ancak Allah’ın katındadır. Yağmuru o yağdırır, ana rahimlerinde olanları o bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Yine hiç kimse nerede öleceğini bilemez (Allah, Peygamber’lere ve Allah’ın velî kullarına bildirmedikçe hiç kimse ne zaman öleceğini de bilemez.) şüphesiz Allah, her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır.” (Lokman 31/34) 

(İnsan’ların bilmediği, yalnızca Allah’ın bildiği şeylere “gayb, mugeyyebât” denir. Allah’ın bildirmesiyle, Peygamber’lerin, meleklerin, velî’lerin Allah’ın kullarından ba’zılarının, mugeyyebât’dan ba’zılarına vukûfiyetleri onları gayb olmaktan çıkarmaz.) 

Vücud âleminde, hiç bir kimse’nin aslâ inkâr edemeyeceği tek yalın gerçek, mevt (ölümdür). Bugüne kadar ölüm gerçeğini inkâr etmeye kalkan hiç kimseye rastlanmamıştır. Zâten, rastlanmış olsaydı ancak istihza ile karşılanırdı. Buna rağmen, yakınlarımıza, çok sevdiklerimize bir türlü ölümü yakıştıramayız. Filhakîka, bizim kültürümüzde, Peygamber salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimizin buyurduğu gibi, “Hiç ölmeyecek gibi dünya için, hemen yarın, (buradaki yarın’dan kasıd bir an sonra demektir), ölecek gibi âhiret için çalışınız,” düsturu vardır. Bir taraftan her an ölüme hazır olmak, diğer taraftan, sürekli ölüm fobisi altında olmamak esastır. Sürekli ölüm fobisiyle yaşayanlar, ölümün bir yok oluş, bitiş olduğuna inananlardır. Haz.Mevlânâ gibi, ölümü, yalancı-sahte bir hayattan, gerçekçi ve ebedî hayata geçiş olarak değerlendirenler, ölüm gecesini, Şeb-i Arus, (düğün gecesi) olarak görürler. 

Hele ölüm, Letâifini tasfiye, Nefs-i Emmâre’sini tezkiye edip, en azından, Nefs-i Mu’tmainne seviyesine yükseltebilenler için bir düğün-bayramdır. 

“Ey huzura kavuşmuş insan! (nefsini, emmâre, levvâme ve mülheme’den mu’tmainne seviyesine yükseltenler) Sen O’ndan razî, O da senden râzî olarak Rabbi’ne dön. (seçkin) kullarım arasına katıl ve cennetime gir!” (Beled 90/27, 28, 29, 30) 

Letâifini tasfiye, Nefs-i Emmâre’sini tezkiye ettiğine inandığımız, Pek Muhterem Büyüğümüz, İmam-ı Rabbânî Evlâdı’na 16 yıl önderlik, Ağabey’lik etmiş, Ahmed Arif Denizolgun Kardeşimiz, füc’eten, “Irciî,” emrine uyarak Hakk’a yürümüştür. Aslında, yakınlarımıza ve sevdiklerimize ölümü yakıştıramadığımız için, bize her ölüm füc’e-anî gelir, şaşırırız, “hiç beklemiyorduk” deriz. 

Vedâ Haccı esnasında, -Hicret-i Nebeviyye’nin 10. yılında, Sevgili Peygamber’imizin bizzat katıldığı Hac. Hicretin 10.yılında Hac Farîzası eda edilirken bu Hacc’ın, Veda Haccı olabileceği kimsenin aklından geçmiyordu. Sonradan “Vedâ Haccı” denildi. Bu Hac eda edilirken, Sevgili Peygamber’imiz salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz, muhtelif mukaddes mekân’larda, Müslüman’lara, Ashabına ve bütün insanlığa hitabelerde bulunmuş, ba’zı tespitler yapmış, İnsan Hakları Cihanşümûl Beyânnâmesi niteliğinde beyanlarda bulunmuştur. 

Bu hitâbeler, Ashabı’na, ümmetine ve bütün insanlığa birer vedâ hitabesiydi ve açıkça, “gelecek Hac mevsiminde aranızda bulunamayacağım,” demekti. 

Arafât Meydanında, Cebelü’r-Rahme (Rahmet Dağının) hemen dibinde, Ashabı’na hitap ederken, “Bugün kâfirler, sizin dininizden (onu yok etmekten) ümit kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize ni’metimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâmı beğendim, (İslâm’dan razî oldum),” (Mâide 5/4) Âyet-i Kerimesi nâzil olunca, üzerinde bulunduğu biniti, Kasvâ ismindeki devesi bile, artık Peygamber’in bu dünya’daki vasifesinin bittiğini, yakın bir gelecekte âhirete intikâl buyuracağını hissetmiş, bağıra bağıra yere çökmüştü. 

Ashab-ı Güzîn durumun bu veçhesini ilk anda anlayamamışlar, “Ne güzel dinimiz kemâle erdi. Allah bizlerden ve dinimizden râzi oldu,” diye neş’eye boğulmuşlardı. Aralarından bir tek Haz.Ebu Bekr radiya’llâhu anh Efendimiz, ağlamaya başlamıştı. “Ey Ebû Bekr! Ne ağlarsın, işte dinimiz kemâle erdi, Allah bizlerden, bizim dinimizden râzî oldu, daha ne isteriz,” dediklerinde: “Dinin kemâle ermesi, Allah’ın bizim üzerimize olan ni’metlerinin tamamlanması, Haz.Resûl-i Ekrem’in vazifesinin tamamlanması, yakın bir zaman’da aramızdan ayrılacağı demektir, Ben onun için üzgünüm, onun için ağlıyorum,” diye cevaplandırdı. 

Nitekim, Veda Haccı’nın ferdası yılın Rebîü’L-Evvel Ayı’nın 12.günü, Pazartesi günü, “Muhakkak sen de öleceksin, onlar da ölecekler.” (Zümer 39/30) Âyet-i Kerimesi fahvasınca her fânî gibi Azîz, Mücellâ, Musaffâ Ruh-u Mübârekeleri, Refik-i Âlâ’ya, Mele-i Âlâ’ya, Huzur-u İlâhî’ye yükseldiğinde, Ashab-ı Kiram’dan ba’zıları, hususiyle Haz.Ömer bin Hattâb radiya’llâhu anh Efendimiz, Fart-ı Muhabbetlerinden dolayı (aşırı sevgi), derîn düşünememişler, “Hayır! O ölmez-ölemez, ölmemiştir,” diye Medine sokaklarında Feryâd-ü Figân’da bulunmuşlar, hattâ, Haz.Ömer, Kılıcı kınından çıkarmış, Sell-i Seyf etmiş, “Kim Muhammed öldü, derse şu kılıcımla onun kafasını uçururum,” diye etrafta dolaşmaya başlamıştı.  

Sıddık-ı Ekber, Peygamber’lerden sonra insanların Allah ındinde en efdali, eşsiz sükûnet sahibi ve fakat yeri geldiğinde Salâbet-i Diniyyesini izhar’dan çekinmeyen Haz.Ebû Bekr radiya’llâhu anh Efendimiz, Haz.Ömer’in hırkasının her iki yakasını kavramış, silkelemiş ve sarsmış, “Ey Hattab’ın oğlu Ömer! Sen eğer Haz.Muhammed’e salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimize ibadet (kulluk) ediyor idiysen, bilesin ki, o artık ölmüştür. Eğer, Allah’a ibâdet ediyor (kulluk) idiysen, bilesin ki, Allah Celle Celâluhû, “Lâ Yemût Velâ Yezel,” dir. (Asla ölmez ve asla zâil olmaz) buyurunca Haz.Ömer silkindi, sarsıldı, kendine geldi ve defin işlerine başladı. 

Doğrudur, Büyüğümüzün Füc’eten kaybı, hepimizi şoke etmiştir. Ama, “Zaman her şeyin ilacıdır,” denilir. Nelere alışmadık ki, elbette buna da alışırız. 

Bir önceki Büyüğümüz, Cennetmekân, Merhum, Beyağabeyimiz, Kemal Kacar Hakk’a yürüdüğünde, Merhûm Büyüğümüz, henüz otuzlu yaşlarındaydı. Ba’zıları dudak bükmüşlerdi, “Koskoca Câmia’yı bu çocuk mu idare edecek?” Oysa, bizler inanıyorduk ki, bütün tasarruf, Tasarruf-u Ma’nevî ve Tasarruf-u Hakîkî’ye geçmiş bulunan, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medâr Mürşid ve Müceddid’in elindedir. Ağabey’e, idareciye düşen, Umur-u Dünya’ya aid ba’zı mes’elelerin ta’kibidir. 

Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Size emîr olarak ta’yin edilen burnu halkalı bir köle bile olsa, ona mutlak itaat ediniz,” buyurmuştur. Nitekim, bizzat kendileri, azatlısı bir köle olan Zeyd bin Sâbit’in oğlu, Haz.Üsâme’yi, Haz.Ebû Bekr’in, Haz.Ömer’in de aralarında bulunduğu, İslâm Ordusuna emir ve kumandan olarak ta’yin etmiş ve bütün Sahâbe kendisine itaat etmiştir. 

Merhûm Büyüğümüz, Ahmed Arif Denizolgun, 16 yıl büyük bir dirayetle İmam-ı Rabbânî Evladını idare etmiş, hizmet yarışında devraldığı bayrağı çok daha ilerilere götürmüştür. Gerek bir önceki Büyüğümüz, Cennetmekân, Merhûm Beyağabeyimiz, Kemal Kacar ve gerekse Merhûm Büyüğümüz, Ahmed Arif Denizolgun, İmam-ı Rabbânî Evlâdına Ağabeylik yaparlarken, asla, kendilerinde bir varlık görmediler, “Bizim aslında sizlerden herhangi bir farkımız yoktur. Hasbelkader, sizlerden ba’zılarından önce Mürşidi-Müceddidi bulmamız ve sıhriyyet yoluyla yakını olmamız tek farkımızdır. 

Ya da, hasbelkader, o Mübârek Zât’ın torunu olmam ve onun ikliminin her an yaşandığı bir ailenin ferdi olmam ve o ailenin içinde yaşamış olmam,” derdiler. 

Büyüğümüz, Ahmed Arif Denizolgun, çok iyi bir aile terbiyesi almış müsbet ilimlerde Türkiye’nin, en i’tibarlı üniversite’lerinden birisinde, İ.T.Ü. İstanbul Teknik Üniversitesinde hem İnşaat Mühendisliği, hem mi’marlık okumuş Yüksek Mimar-Mühendislik unvanlarını kazanmıştı. İslâmî İlimlerde yetkin Hoca’lardan âlet ve Âlâ ilimleri tahsil etmiş en yüksek mertebeye ulaşmıştı. Tasavvufî derinliğini ölçmek benim haddim değildir. 

Kendisine Rabbi’min vâsî rahmetini temenni ve niyaz ederken, Ruhunun Mele-i Âlâ’da, Peygamber’imizin, Mürşid-i Kâmil ve Müceddid’in, Büyük Annesinin, Teyzesinin, anne ve babasının ruhlarıyla birlikte, ferahnâk olmasını niyaz ederim. 

Bütün İmam-ı Rabbânî Evladı’nın başı sağ olsun! “El-Hükm-ü Li’llâh!”...