Pazarlardan canlı kuşları kafesleriyle satın alıp âzâd etmek millî bir an’ane hâline gelmişti. Bu gibi kuşlara “Azâd Kuşları” denilirdi. Madrabaz / Hileci Rumlar bu Osmanlı şefkatini sömürmek ve  bundan yararlanmak için bir çare bile bulmuşlardı. Evlerinde yetiştirip alıştırdıkları kuşları Türklere satıp salıverdikten sonra, eve dönen aynı kuşları bir çok defalar çeşitli Türklere satarak daima para kazanırlardı.
     Evlere sokulmayan sokak köpeklerini beslemek için vasiyetnamelere maddeler koydururlardı. Ayrıca köpekler için vakfiyeler de yapılmıştır. Bu vasiyetnamelerle vakfiyeler gereğince köpeklere her gün belli saatlerde ücretli adamlar tarafından et ve ekmek dağıtılması genel bir âdet hükmünü almıştı.
     Fırıncılarla kasaplara her hafta veyahut her ay köpekler için belli bir para verip et ve ekmek dağıttırmak âdeti de vardı. Yavrulayan köpekler için sokaklarda küçük kulübeler yaptırılırdı. Kasaplar her gün köpeklere birer miktar et dağıtmakla yükümlü tutulurdu. Bütün sokaklarda köpekler için su kovaları vardı.
     Kedilere karşı da aynı şefkat ve merhamet gösterilirdi. Bunlar için özel binalar yapılmış, bakım memurları tâyin edilmiş ve gıda vakıfları kurulmuştur.
     Leyleklerle kırlangıçların yuvalarına hürmet edilirdi. Evlerin damlarında barınmaları hayra alâmet sayılırdı. Büyük binalar yapılırken kuşlar için süslü yuvalar da inşa edilirdi. Hububat nakledilirken üstüne üşüşüp yiyen kuş sürülerine asla dokunulmazdı.
     Osmanlılar avcılıktan nefret ederlerdi. Etleri yenilen hayvanların ıstırap çekmemeleri için sür’atle kesilmeleri şarttı.
     Kervansaraylarda yolcu hayvanları için ahırlar ve ayrı yerler vardı.
     Hayvanları koruma kanunları çıkarılmıştır.
     Ağaçların ve hattâ verimsiz ağaçların bile sulanması için vakıflar kurulmuştur.
     Ev yapılan arsalarda ağaçlar varsa, onlar için damlarda açıklık bırakılır ve bu suretle kesilmelerinin önüne geçilmiş olurdu. (a.g.e., s. 154 - 155)
     Eski Avrupalılar için Türk demek, sözüne inanılacak adam demekti.
     Hak ve hakikate âşık olan eski insanlarımızın “Vallahi” diye yemin etmesi, o hakikate Allahı şâhit tutmak içindi. Eski insanlarımız, va’dine dindarane bir sadakatle sadıktı.
     Türkiye Devleti’nin taahhütlerine / resmî sözleşmelerine sadakati âlicenaplık derecesine varmıştı. (Nitekim bu husus, bugün de geçerlidir.) (a.g.e., s. 159 - 160)
     Bir zamanlar nüfusu iki milyona kadar çıkmış olan İstanbul’da ve genellikle Türkiye ile Kırım’da hiç bir Türk dilenci yoktu. Hattâ dilenciliğin ne olduğu bile bilinmezdi.
     Eski Türkiye milleti, öldükten sonra bile kimseye muhtaç olmamak için kefen paralarını daima üzerlerinde taşımayı millî bir âdet hâline getirmişlerdi. (a.g.e., s. 172)
     İslâm’dan kaynaklanan eski örf ve geleneklerimiz saymakla bitmez. Damla denizden haber verir hükmünce bu kadarla yetindim. Artık ne Türkiye, o eski imrenilecek Türkiye’dir. Ne de Avrupa o eski berbat Avrupa’dır.
     Bir fetret / bocalama / geçiş dönemi geçiren Türkiye, ölmez ahlâk değerlerine artık yavaş yavaş da olsa, sahip çıkmaktadır. Aslî mecrasında akmanın yollarını aramaktadır. Tarihsel misyonunu yeniden yakalamanın arifesinde bulunmaktadır. Bunun belirtileri çoktur. Fecr-i sâdık doğmak üzeredir.
     Avrupa’ya gelince, bir çok eksikliklerine rağmen -zaman gerektirdiği için- bizden, isim koymadan aldığı İslâmın güzel ahlâkını, dış yüzüyle de olsa yaşamaktadır. Tabiri caizse, mü’min olmadan âdeta müslim olmuşlardır. İman etmedikleri, inanmadıkları İslâmı -ister istemez- kısmen de olsa yaşayan bir konuma yükselmişlerdir.
     Evet Türkiye ve Avrupa, her ikisi de mânevî bir değişimin arifesindeler. Evet İslâmın gönülleri feth eyleyeceği aydınlık bir dünyanın arifesindeyiz vesselâm.
     Not: Alıntılar, sadeleştirilerek ve serbest alıntı şeklinde yapılmıştır.