TÜRKİYE’NİN ERMENİ PROBLEMİNİ ÖNCE KENDİ İNSANLARIMIZA ANLATMALIYIZ

FETHİ MURAT DOĞAN

Zülfü Livaneli, batılı devletlerin kışkırttığı Ermeni şovenlerinin tutumundan habersizmiş gibi davranarak bizim de kendisine inanmamızı istiyor. Geçmiş yıllardaki bir yazısından alıntılanan aşağıdaki satırlarda yer alan düşüncelerinden vazgeçtiğini ortaya koyan bir beyanı bulunmadığına göre, bu gün de öyle düşünüyor olmalı: 

... The Economist gibi saygın bir dergi Erivan’daki Soykırım Müzesi Müdürü Hayk Demoyan ile söyleşi yapıyor. Yazının girişi şöyle: ‘Modern Türkiye’nin atası Kemal Atatürk, Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında yüzlerce Ermeni kadın ve çocuğu, Osmanlıların toplu katliamından (bu vurgulama benim, FMD) kurtardı…’

Görüyor musunuz Livaneli’nin, ‘Ne sihirdir ne keramet, el çabukluğu marifet’ diyerek bir anda Atatürk’ü sözüm ona kurtarırken Türkleri, Müslümanları nasıl ‘katil’ ilan ettiğini? Osmanlılar başka bir gezegende mi yaşıyorlardı; yoksa eski Germen kavimlerine mi ‘Osmanlı’ deniyordu?! Mustafa Kemal, bir Osmanlı paşası değil miydi? Bingazi’de, Çanakkale’de, Filistin’de vd. yerlerde Osmanlı için savaşmadı mı? Livaneli, hanedanla geçmişini karıştıran ve Cumhuriyetimizi savunmak için tarihini karalamayı marifet sayan aydınlarımızdaki Osmanlı karşıtlığını da kullanarak atalarımızı ‘katil’ ilan ettikten sonra, bir cinlik yaparak ‘hedef daraltıyor’ ve şu iddiada bulunuyor:

Sakalımız olmadığı için sözümüzü dinletemedik ama Türkiye, ilk baştan ‘Böyle bir şey olmadı!’ diyerek İttihat Terakki ihtilal hükümetini ve Teşkilat-ı Mahsusa canilerini koruyacağına…” (vurgulama benim, FMD)

 Atatürk’ü gözden düşürmek için ‘belgesel’ çeken bir gazeteciden geri kalmamak için bir Atatürk filmi çeken Livaneli, Mustafa Kemal’in Bingazi’de İtalyan emperyalizmine karşı savaştığını ve burada savaşanların, dünyanın en önemli antiemperyalist cephe örgütü niteliğindeki Teşkilat-ı Mahsusa’nın çekirdeğini oluşturduklarını bilmez mi? Çeşitli kaynaklarda Mustafa Kemal’in de Teşkilat-ı Mahsusa üyesi olarak gösterildiğinden haberi yok mu? Emperyalizme karşı bütün dünyada nice mücadeleler veren ve vatan için bir destan yaratan kahraman Teşkilat-ı Mahsusa görevlilerinden; Ziya Gökalp’ten Mehmet Âkif Ersoy’a, Said Nursi’den Hasan Tahsin’e ve Şeyh Sunusi’ye, nerdeyse tanınmış bütün Osmanlı şahsiyetlerinin Teşkilat-ı Mahsusa’nın üyesi olduklarından acaba habersiz mi? Yoksa Mustafa Kemal’i ve bütün diğer tanınmış şahsiyetleri bile bile ‘cani’ mi ilan ediyor?! Livaneli, ne dediğinin farkında mı?

Mustafa Kemal de Teşkilat-ı Mahsusa’nın azasıdır. Teşkilât-ı Mahsusa'da görev yapmış diğer ünlü kişilerden bazıları arasında, Mehmet Âkif Ersoy, Mithat Şükrü Bleda, Ohrili Eyüb Sabri, Fuat Balkan, Said Nursi, Nuri ve Halil Paşalar, Ali Fethi Okyar, Ali Çetinkaya, ilk tayyareci şehitlerden Sadık Bey, Ahmet Fuat Bulca, Nuri Conker, Rauf Orbay’ın da adı geçmektedir.

 Atatürk, üye olarak kabul edilsin veya edilmesin, bu durum, Teşkilat-ı Mahsusa’nın yurtsever bir teşkilat olduğu gerçeğini asla değiştirmez; ancak böyle bir teşkilatı ‘cani’likle suçlamak, sadece Osmanlıyı parçalamak ve ele geçirmek isteyen emperyalizmi ve onun kışkırttığı Ermeni Taşnak ve Hınçak canilerini ‘masum’ göstermeye yarar! Kaldı ki, Türk milletine karşı ‘soykırım’ iftirasını atanlar, doğuda bölge halkını yok etmek isteyen Ermeni çetelerine karşı Hamidiye alaylarını kuran Abdülhamit’ten Talat Paşaya ve en son Mustafa Kemal’e kadar bütün Türk ileri gelenlerini ‘cani’ ilan ediyor ve Livaneli gibiler de bunları tekrarlayıp duruyorlar! Hatta böyleleri, bazı iyi niyetli insanlarca ‘Atatürkçü’ bile sanılıyorlar!

 Merhum Ecevit, hem ‘yurtseverlikten’ söz eden hem de ulusal yaklaşıma karşı çıkan ve laf cambazlığıyla gayri millî bir sol anlayışı savunan Livaneli için ne de güzel söylemişti: ‘ulussevmez yurtsever!’ Başka söze gerek yok, ama yine de şunu ekleyeyim: Emperyalizmin kışkırttığı Taşnak ve Hınçak cânileri karşısında susanlar, Irak’ta ABD işgalcileri tarafından iki milyona yakın insanın katledilmesine seyirci kalanlar, kalkmış emperyalizme karşı kahramanca mücadele eden Teşkilat-ı Mahsusa’ya, Ermeni ırkçı-faşistlerinin ağzıyla ‘câni’ diyorlar! ‘Hadi canım sen de!’

OSMAN BATUR 

29 Nisan 1951 Târihinde Şehit Edildi                                                                                                

Altay Kazak Türklerinin millî kahramanı ve önderi Osman Batur, küçük akıncı topluluklarıyla ülkesindeki Rus ve Çin kuvvetlerine karşı gerilla savaşı yaptı. 

İkinci Dünya Savaşı günlerinde Doğu Türkistan Türkleri büyük işkenceler altında eziliyorlardı. Osman Batur, savaştan başka kurtuluş yolu olmadığına inanmıştı. Kararını hemen uygulamaya koydu. Uzun ve zorlu bir mücadeleden sonra, 22 Temmuz 1943’te Altayları, Çinlilerden tamamen temizlenmişti. Osman Batur, Altay Kazak Türkleri tarafından Han ilân edildi. 1944-1945 yıllarında Tanrı Dağları’nın kuzeyindeki Doğu Türkistan Kazak Türklerinin yaşadığı bölgeleri Çin istilâsından kurtarmıştı. Çinliler büyük bir ordu ile saldırıya geçtiler. 1951 yılında Osman Batur, çok şiddetli bir mücâdelenin sonunda, cephânesi bittiği için Çinlilere esir düştü. Önce kulakları, sonra kolları kesilmek suretiyle şehit edildi. 

Türk Dünyası'nda öyle kelimeler vardır ki sayfalar ve ciltler hacmi ile anlatılacak kavramları çağrıştırır. ‘Sürgün’ denilince Kırım Türkleri ve Kafkas halkları hatırlanır. ‘Katliam’ ve ‘soykırım’ kelimeleri Kerkük Türklerini akla getirir. ‘İşkence’ kelimesi ise Çinlileri ve Çin zulmü altında inleyen Doğu Türkistanlıları...

Osman Batur, Çin işkencelerine başkaldıran efsânevî bir kahramandır. Başarılı oldu. Kısa da olsa, bir dönem için milletini Çin işkencelerinden kurtardı. Bu başarısı sebebiyle de işkence uygulanarak şehit edildi.

ŞANLI TÜRK KAHRAMANI OSMAN BATUR’UN HAYATI

HIZIRBEK GAYRETULLAH

Asıl adı Osman İslâmoğlu idi. Batur, O'na milletinin verdiği bir unvan, bir sıfattır. Kahraman ve cesur anlamındadır. O, bu unvan ve sıfatla özdeşleşmiş, böylece anılmaya hak kazanmıştır.

Altay vilâyetindeki Köktogay bölgesinin Öndirqara mevkiinde doğdu. Orta halli bir çiftçi ailesinin oğluydu. Dedesi din adamı idi. Osman Beğ, 40 yaşına kadar doğduğu bölgede tarımla uğraşarak geçimini sağladı. 1940 yılında Çin zulmü dayanılmaz boyutlara ulaşmıştı. Camilere tecavüz eden, Kur'an-ı Kerim'i yakan Çinlileri protesto eden Türkler, isyancı oldukları bahanesiyle tutuklandı. Resmî makamlar, Türklerin ellerindeki silâhları toplamaya başladılar. Babası ve ailesinden bâzı kişiler, silâhlarını Çin askerlerine teslim ettiler. Osman Beğ;

- Bu gün silâhımızı alanlar, yarın canımızı da alırlar. Ben silâhımı Çinlilere vermem. İstiyorlarsa ve güçleri yetiyorsa, gelip alsınlar! Dedi ve tek başına dağa çıktı. Savaştan başka kurtuluş yolu olmadığına inanıyordu. Başlattığı mücadele aynı gün destek gördü. Arkasından ilk gidenler arkadaşı Süleyman ve büyük oğlu Şerdiman oldu. Silâhını Çinlilere teslim eden babası İslâm Bey, oğlu için hayır dualarını ve başarı dileklerini dile getirdi. Oğlunu koruması için Cenab-ı Allah'a dua etti. Annesi Ayça Hanım:

-Ben oğlumu bu günler için doğurdum. Çinliler asırlardır koyun boğazlar gibi biz Türk'leri öldürüyorlar. Bizim canımız, bizden önce ölenlerin canından daha kıymetli değildir. Bizden sonrakilerin yaşaması için oğlum, ben ve diğer çocuklarım ölmeye hazırız!  Diyordu.

Kısa zaman içerisinde, etrafında gözü pek insanlardan bir mücâhit ordusu oluştu. Zelebay Telci, Nurgocay Batur, Kâseyin Batur, Canım Han Hacı, Süleyman Batur, Musa Mergen Aktepe, Sulibay, Ökürbay, Nogaybay, Ahid Hacı, Halil Teyci, Karakul Zalin... bu mücâhidlerden birkaçıdır. O artık, soydaşlarının Osman Batur'u idi.

Osman Batur ve silâh arkadaşlarının mücâdelesi, 1941 yılı Ekiminden 1943 yılı Temmuzuna kadar gerilla savaşı şeklinde devam etti. 22 Temmuz 1943'te Altaylar, Çinlilerden tamamen temizlenmişti, Altay Türkleri artık bağımsızdı. Altay Geçici Halk Cumhuriyeti Başkanlığına seçildi. Çinlilerle silâhlı mücâdeleden bir an bile geri kalmadı.

Çinliler, yönetimleri altında bulunan Türklerle meskûn bölgelerin birer birer elden çıkmakta olduğunu anlayınca, büyük bir ordu oluşturdular. Osman Batur ve beraberindeki mücâhitler, sayıca kendilerinden 10 kat fazla ve modern silâhlarla donanmış düzenli orduya karşı savaşa devam ettiler. Osman Batur, bu savaş sırasında, 1950 Kasımında, cephanesi bittiği için Kamambal Dağı'nda, Çinlilere esir düştü. Ellerinden ve ayaklarından zincirlerle bağlanarak zindana atıldı. Her gün kesintisiz işkence görüyor, kendisine yardımcı olan Türkleri ele vermesi için sıkıştırılıyordu. Çinliler, işe yarayacak bilgi alamayacaklarını anlayınca Osman Batur'u göstermelik bir mahkemeye sevk ettiler. Mahkeme, önceden verilmiş kararı, 19 Nisan 1951 tarihinde açıkladı: Devrim düşmanlığı suçundan idam... Karar, 29 Nisan 1951 tarihinde Urumçi'de kurşunlanmak suretiyle uygulandı. Osman Batur'un son sözleri, bağımsızlık için mücadele edenlerin yolunu aydınlatacak bir meş'ale idi:

- Ben ölebilirim, Milletim, dünya durdukça mücâdeleye devam edecektir.

ÇİN ZULMÜ BİTMEZ!

Çinliler, Altay Türklerinin millî kahramanı Osman Batur'u işkencelerden sonra şehit etmekle ancak, bir büyük kahramanın aziz bedenini ortadan kaldırabilmişlerdi. Bağımsızlık düşüncesini, Türklerin bağımsızlık için mücâdele azmini yok edemediler. Edebileceklerini zannedip işkence ve zulümlerine devam ettiler. Osman Batur'un tek erkek kardeşi Belihan İslâmoğlu, istiklâl için giriştiği savaşta esir alınarak şehit edildi. Osman Batur'un ikinci hanımı, üç oğlu ve beş kızı da esir alındı. 18 yaşındaki kızı Kabiyra ile 14 yaşındaki oğlu Baybolla, anneleri Mamey'in gözleri önünde doğranarak şehit edildi. 11 yaşındaki oğlu Kariy ve 9 yaşındaki kızı Sapiyan, 20 metre derinliğindeki kuyuya diri diri atıldı. Evlâtlarına yapılan bu zulme, işkenceye ve katliama dayanamayan Mamey Hatun, aklını kaybetti ve olay yerinin yakınındaki nehrin azgın sularına kendini attı.

Osman Batur'un; Şerdiman, Nimetullah ve Nebî isimli oğulları, babalarının şehit edilmesinden sonra da bağımsızlık savaşını devam ettirdiler.

MORA TÜRKLERİ

Doç. Dr. ALİ FUAT ÖRENÇ

Yunanistan’ın bağımsız bir devlet haline gelişi on binlerce Mora Türkünün canı ve malı pahasına gerçekleşti. 1821 isyanı başladığında Yunan topraklarında 90.000’den fazla Müslüman-Türk nüfusun yaşadığı bilinmekteydi. Bağımsızlık ilan edilince bu rakamdan eser kalmadı. Mora Türkleri isyan süresince canlarından, Yunanistan’ın bağımsızlığı sonrasında ise mallarından oldular.

Osmanlı’nın çeşitli bölgelerine dağılan Mora muhacirleri ise yıllarca sıkıntılarla boğuştu. Bu süreçte en büyük acıları onlar çektiler. Maddî-mânevî büyük kayıplara uğradılar. Savaş çok yıkıcı ve acımasızdı. Dolayısıyla Osmanlı Rumları da bu süreçte zarar gördü. Ancak Rumlar, sonunda bu acıların karşılığı olarak bağımsız bir devlete sahip oldular.

Yunan bağımsızlığının sadece 1821 isyanının bir sonucu olduğunu söylemek çok hatalı olacaktır. Başta Rusya olmak üzere İngiltere ve Fransa’nın meseleye siyasî ve fiîli müdahaleleri karşısında Osmanlı’nın direnecek gücünün olmaması bu sonucu doğurmuş oldu.

Önce, Osmanlıların Haçlı Seferi olarak nitelendirdikleri Navarin baskını, ardından Mora’nın 1828’de Fransızlar tarafından işgali ve 1828-1829 Rus savaşında Osmanlı’nın ağır bir mağlûbiyete mâruz kalması, Yunan bağımsızlığının önünde hiçbir engel bırakmadı. Bundan sonra sadece yapılan uzun müzâkerelerde formaliteler yerine getirildi. En son olarak Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’nın 1831’deki isyanı ise Yunanistan’ın sınırlarının daha da büyümesini garanti altına almış oldu.

Batılı ülkelerin Yunanistan üzerindeki egemenlik kavgaları, bağımsızlıktan sonra da devam etti ve bu müdahaleler sebebiyle ülke zaman zaman ekonomik çöküşe sürüklendi. Buna rağmen kuruluşundan itibaren Yunan emellerini en önemli güç kaynağı yine hiç şüphesiz Batının Helen dostluğu oldu. Sınırlarına, Avrupalıların Osmanlı aleyhine yaptıkları müdahalelerle kavuşan Yunanistan, yine bu devletlerin kayırmalarıyla sürekli olarak büyüdü ve tarihî emellerini gerçekleştirebilme imkânına doğru yol aldı. Kıbrıs’ın ‘bağımsız devlet’ adı altında önce bir bölümünü aldılar. Günümüzde de diğer bölümünü de Türklerin elinden alıp, adanın tamamını Yunanistan’a bağlamak hayâli peşindeler. 

BATI TRAKYA TÜRKLÜĞÜNÜN HAL-İ PÜR MELALİ…

YALÇIN KOÇAK 

Bütün Türk okulları bakımsızdır.

Öğretmen sayısı yetersizdir.

Okullardaki müfredata ve Türk dili ders saatlerine müdahale edilip azaltılmaktadır. Bu gidişle yakın bir gelecekte sıfıra indirilecektir.

Türkçe öğretimi hileli yollarla engellenmektedir.

Ekonomik izolasyon tatbik edilmektedir.

Medenî bir şekle sokulmuş tehcir politikası uygulanmaktadır.

Yüksek emlak vergileri tahakkuk ettirerek Türk mallarının gasbedilmesinin hazırlıkları yapılmaktadır.

Müftülük seçimlerine mani olmaktadır.

Dînî yapılar taverna, meyhane gibi saygısızca kullanılmaktadır, 

Cami ve medreselerimizin tâmiratına mâni olanmaktadır.

Dernek tabelalarında Türk isminin kullanılmasına izin verilmemektedir.

    

Yunan ve Rum arsızdır (greek)’tir, hırsızdır, hep çalar, önce Teselya’yı (Bizim SILA'mızı) çaldılar, sonra Ege Makedonyasını, sonra Batı Trakya’yı ve en sonra Ege adalarını tek mermi atmadan bin bir entrika ile çaldılar. Kıbrıs’ta bir çöp dahi vermeyiz bu palikaryaya, o da durmaz Mart kedisi gibi damlarda dolaşır. 

Soysuzun hedefi bilinsin ki İstanbul’dur.

Bize düşen bu tavizler manzumesini, bu makarayı geri sarmak diplomasinin ve Kifayetsiz beyinlerin bıraktığı mecraları ele geçirmek, Anladıkları dilden konuşmazsak Genel Kurmay Başkanınızı tamamen bizim olan Kardak kayalıklarına çıkarmazlar. Bu komutanın bir cengâver pilotu yokmuydu dümeni kilitlenmiş uçağını kazara teröristlerin barındırıldığı ama Yunanın hep red ettiği Lavrion kampına düşürtemedi? Sizleri de Snu Tzu çarpacak beceriksiz beslemeler! Omuz hareketleri anlıktır, zamanlamasını kaçırdıktan sonra bir anlam ifade etmez. Saratoga, Muavanet meselesini ders olarak okumuyor musunuz yoksa?

Unutmayınız ki; tarih bir defa daha Akdeniz de çıkan doğal gazın Avrupa'ya nakli için Batı Trakya'dan geçme coğrafik mecburculuğu ile iki önemli meselemizin aynı platformlarda çözülmesini emretmektedir. 

 Biz Türkler 400’yü yıllarda Atilla komutasında,  onların ‘Teselya’ bizim ise ‘Sıla’ dediğimiz yerdeydik.  Grekler bizden 15 asır sonra Mora’ya geldi.  

Biz unutsak da tarih unutturmuyor. Coğrafyamız, kaderimizdir. 

-Te Sıla bre,  bekle beni… Er veya geç… İllaki geleceğiz... 

Duydun mu vre Grek?