Şimdi tüm vasıflarınızı bir kenara koyun. Ben de koyayım. Hem "vasıf" dediğimiz şey nedir ki? Hiçbir şey! Yalnızca hiyerarşik yapıya hizmet eden birer ünvan. Bunları bir kenara atalım. Ve yaklaşın. Biraz daha. Ve biraz daha. Tamam, işte oldu!

19. yüzyıldan günümüz haline evrilene dek asıl içeriğine kavuşması tamamlanan entelektüel kelimesi, Jean-Paul Sartre tarafınca; “entelektüel, üstüne vazife olmayan işlere karışan kişi” olarak tanımlanmaktadır. Albert Camus ise, “tarihi yapanların değil, tarihe maruz kalanların yanında olan kişi” tanımını bu konuya iğnelemiştir. Tarihteki bu tariflere bir çok şey daha eklenebilir, ama sonuç itibari ile entelektüel kesinlikle “itirazcı” olmasının kaçınılmazlığı ile ortaya çıkmak zorundadır. Veya “itiraz etmeyen bir düşünür, bir yazar veya bilginin” entelektüel olması asla mümkün değildir de diyebiliriz. Fakat durum böyle iken; artan entelektüel muhafazakar kimlikler son zamanlarda bayağı bir şekilde göze çarpmaya başladı. Ve entel terimler gerek günlük diyaloglar, gerek ise sosyolojik bağlamda kullanılmakta olmak ile beraber, her ne kadar klişeleşmiş dahi olsa; bireyin toplum içerisinde aktif ve aranılan adam/kadın rolüne bürünmesine ve elbette kendine bu yer tutma arayışlarının sonunda ayrı bir ivme kazandırmasına ya da bu döngüde bir çizgi yaratmasına olanak sağladığı varılan noktalardır. En azından böyle sanılır. Yanlış mıdır? Evet, son derece de yanlıştır. Doğruluğu ve yanlışlığı tartışıladursun, zihinlerde beliren şeyler aynı gibi. Çünkü muhtemel güdüler an itibari ile bir aynılık gösteriyor. Ve tüm bu aynılıkların, bir zaman sonra bir ayrılık yaratacağı gözlenmekte. Bu görünen vaziyette ise entelektüel kişiliği içselleştirilememiş olmak ile beraber, giriş cümlemde de açıklamaya çalıştığım üzere,  tüm bunlar daha spesifik bir entelektüelliğin ön plana çıkmasına ön ayak olduğu düşünülüyor. Ve tüm bu yanılgıların doğruluğunu kabul eden büyük bir topluluk da ne yazık ki var durumda. Pekiyi, günümüz Türkiye’sinde muhafazakar entelektüellerimiz ne durumda bir düşünebilir miyiz?  

“Muhafazakar entelektüellerimiz” dediğimde bir sahiplenme sezmiş olabilirsiniz. Fakat ne yazık ki pek de düşündüğünüz gibi değil. Çünkü muhafazakar kesimlerin entelektüel kişilikler ile bir uçtan, diğer bir uca kaçıştığını, adeta kendi içlerinde ayrıştığını görebiliyoruz.  Bu ülkenin genel haline benziyor. Açıkçası; çok da önemsenmiyor. Bu topraklarda yaşıyorsak, bazı şeyler kabul görmek ve kabullenilmek zorunda gibi. Fakat birileri avucunu yalamalı.

Öyle ki; toplumun içindeyken, dışında yaşamak zor olsa gerek. Eğer toplumsal olaylardan kopmuş ve kendilerine bir ütopya kurmuşlar ise bilemeyiz ama ne yazık ki böyle değil. Çünkü onların da Türkiye’de yaşadığını zannediyorum. Aksi halde neden böylesi bir kültür erozyonu olduğu halde, susmak ve izleyici kalmak, hatta ve hatta olaylara nötr yaklaşmayan, her fırsatta memnuniyetsizliğini dile getiren entelektüellere karşın neden karşı safta yer almak istediklerine ya da tarafsız olmak zorunda hissediyor olmalarına ne demeli? Bilinmelidir ki, tarafsız kalmayı istiyor olmak da, bir taraf beyan etmektir. Ki taraf bellidir; insan!

Geçmişi irdelediğimizde muhafazakarların ve muhafazakar entelektüellerin sanat ve sanatçıya karşı karşıt bir tutum sergilemesine artık kimsenin şaşırmıyor olduğu  kanısındayım. Günümüz Türkiye'sinde ise artık her şey sıradanlaşmış bir durumda. Öyle ki; gerek sahne sanatları, gerek ise görsel sanatlar ve üzülerek söylüyorum ki; sanat çatısı altında toplanmış her bir sanat dalı hiç sayılmakta. Ülkede nefes almanın dahi zor olduğu dönemlerde muhafazakar entelektüellerin ses kısıklığının sebebini de merak edenler olarak sayıca oldukça fazlayız.

Farhad Daftary’nin “İslamda Entelektüel Gelenekler” adlı kitabına bu makale öncesi bir göz atma fırsatı buldum. Daftary, politik, dini, felsefi ve bilimsel açılardan bu konuya dair bir  açıklık getirmeye amaç edinmiş. Ve dediği gibi; içsel, dışsal faktörleri belli, belirsiz bir tahlil ile bize sunmuştur. Garip olan şey de şu; gerçek dışı bir tanımın tahlili nasıl yapılabilir? Ve bu tanımları ilginç kılan ise Aziz İsmail, Hugh Kennedy, Oliver Leaman ve Muhsin Mahdi gibi entelektüel isimlerin katkı sağlamış olması.
Ve işin bir ilginç bir şey daha; Yeni Şafak Gazetesi yazarlarından Hayrettin Karaman’ın “Müslüman Entelektüel Olur Mu?” adlı köşe yazısından bir kuple aktarmak istiyorum. 3 Şubat, 2011 tarihli yazısında tıpkı şöyle demişti;
“ben eğer layık olursam “alim, muhakkık, mütefekkir “ olarak vasıflandırılmama itiraz etmem, ama entelektüel libası benim vücuduma uymaz; bu elbiseyi giyersem içim başka, dışım başka olur.” Bu örnekte de olduğu gibi, muhafazakarlar, entelektüel tanımından neden böylesi bir ötekileştirme çabasına giriyor? Veya “entelektüel olma tanımı onlar için ne ifade ediyor?” gibi de düşünmemize sebebiyet verse de, bu herkesin hür iradesi elbette.

Günümüze gelelim; muhafazakar entelektüeller ile ilgili bir gözlemimde şu konu gözüme çarpıyor. Ülkemizde var olan tüm muhafazakar entelektüellerin pek bir fazlası bu alanda da ne yazık ki; İslâm'ı kullanıyor. Çünkü modernite İslamiyet ile sarsılan bu yapısal çatlağı, bu şekilde onarmaya çalışıyorlar. Ve modernite bir dünya görüşüdür. Fakat İslam’ın da kendine ait bir dünya görüşü vardır. Bu aleni bir gerçek evet ama ikisi de birbiri ile uyuşmaması bir yana, çatışıyorlar. Bu da zihniyet değişimi yaşamalarına sebebiyet vereceği ön görülüp, kabul edilemez bir hal almasına sebep oluyor. Ve Türkiye artık sınıflaşan bir koca bir topluluk. Üstelik artık ”seküler muhafazakarlık” modelini benimseme ihtiyacı duyan belli bir kesimde var. Ve bu da muhafazakar çevrelerce “ya sonra?” gibi soru kalıpları ortaya çıkarıyor. Ya bu değişimler korku veriyor ya da paranoyadan ibaret. Elbette muhafazakar biri entelektüel olabilir. Fakat bu entelektüel kimliği nasıl taşıdığıdır önemli olan. Çeşitli siyasi fikirler ve ideolojiler etki eder ise, -ki ettiği göz ile görülebiliyor şu an için- ne gibi fikir değişimleri ve farklılıklar doğabilir?  Ne yazık ki asıl soru ve sorun bunlardır. Ve kadının İslam’daki yerini sorgulamaktan fırsat bulduğumuz her fırsatta ” İslam’da sanatın yeri nerededir?” diye de düşünmüyor değiliz. Çünkü nerede olduğunu inanın görememekteyiz!

Biliyoruz ki; farklılıklarımız bizi biz yapan en önemli etkendir. Pekiyi, tamam ama size sormak istiyorum; bu kadar farklılaşmak da oldukça fazla değil mi bize? Muhafazakar kesimin sanat ile alakalı anlayabileceği, uygulayabileceği bir modernleşme de yapılabilmeli diye düşünüyor ve bunun için çokça geç kalındığını da naçizane bir biçimde belirtmek istiyorum.

Ve bu konuya dair değil bir makale, bir tez yazılmalı ki ancak konuya açıklık getirilebilinsin. Öyle ki; gayet ucu açık bir tartışma konusu olduğu kesin. Ve objektif olmak zorunda olunması gereken hassas bir konu. Çoğu ismin bu tür makaleler ve araştırmalar ile ilgilenmediği de apaçık bir gerçek. Taşın altına elini sokmaktan korkan kalemlerin varlığı, aslında bugün, şu an yaşadığımız ayrışmaların temel kaynağı. Eğer bir tez üretecek isek, antitez de yaratmamız gerekir. Ki şu durumda da antitez dışında yazılacak çok şey olduğu görünebilen bir konu başlığı olabilir. Fakat ne yazık ki; korkular buna engel mi oluyor ya da asıl olay ne ile ilgili, kimse bilmiyor. Veya bilmek istemiyor. Çünkü aydınlanma için savaşmaktan başka bir seçeneğimiz yok. Ve insanoğlu hep olduğu gibi kolaya kaçıyor!

Ve bilinen tek bir şey var; bir "muhafazakar entelektüel" olunamayacağını. Bazı "istisnai durumlar" ve "istisnai kişiler" hariç. Bu isimlerin kim olduğu ile alakalı bir açıklama gereği duymuyorum. Çünkü azınlıklar yalnızca toplumun bir köşesinde varlığını sürdürse de, asıl anlamda bir varlık içerisinde bulunması muhtemel olmamak ile birlikte, var olan varlıklarını da zaman ile kaybetmeye mahkumdurlar. Kaybetmemeleri dileği ile.