İçimi dökmekten vazgeçtiklerim var. Yeni bir ben. Yine bir ben. Yine yeniden başlamak lazım. Düzen buymuş. Uymak lazım.

Çalar saatleri sevmemişimdir hiçbir zaman. Uykunun en tatlı yerini bozmak için tasarlanmış gibiler. Zamanın su gibi akıp gitmesinden nefret ettiğimiz halde her gün bir şekilde zamanla içli dışlı, samimi oluruz. En vıcık haliyle. En savunmasız halimizle. Bizlerle yaşayan gereksiz tik taklar. Zamanın hızla akıp gittiğini biliyor olmak, bundan dolayı kaygılanmak ve engel olamamak. Bile bile çaresizliğin kucağına doğru koşmak… Mazoşizm ile sadizm arası buhranlı bir duygu olsa gerek.

Zamanını yitirmiş adam gibi hissediyorum kendimi. Keşke zaman diye bir şey olmasaydı derken, bir de bakıyorum zamanın göbeğine bağdaş kurmuş, tik takları sayıyorum. Sek sek oynar gibi oynuyorum zaman çizgileriyle. Bir süre sonra zamanın çizgilerinin yansımasını yüzümde hissediyorum. Her geçen gün artmaya çalışan, benimle savaşan ve her defasında galip gelen acımasız çizgiler. Ölü bir saatin çıkardığı sessizlik beni zamana teşvik ediyor. Hatta teşvikten öte düpedüz zorluyor. 

Nezarethanede gün sayıyor gibiyim. Sonra diyorum ki kendi kendime. Ben hiç hapse düşmedim. Hapis benim içimde. Kırmak gerek demir parmaklıkları. Sırtımı dosta yüzümü düşmana çevirmedim. Kavramları irdelemeye çalıştıkça içinden çıkamıyorum.

Sonra çok derinliklerimden gelen bir ses beni atağa geçiriyor. Adeta kükrüyor içimdeki yabancı.

“Hepimiz birer akrebiz yelkovanını kovalayan. Bizler her geçen dakika, zamanını yitiren insanlar değiliz. Ortada insanları (tüm canlıları) yitiren zaman var.”

Ve devam ediyor. “En çok da düşünmekten yoruldun değil mi? Duy artık kendini. Bırak zamanla yarışmayı. Bırak kendinle yarışmayı. Yüreğinin akisine kapıl. Duy artık beni! Unutma sevdikçe güller açar tomurcuklar. Sevildikçe kışlar döner bahara. Sarsın her yerini dikenli gül bahçeleri. Hiç gül kendi dikeninden çekinir mi? Sen kokusuna aldan.”