“Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor! Doğrusu Allah, işitendir, görendir.” (Nisa Sûresi: 58)

     En geniş anlamıyla emanetlere; riayet edilmesi gereken “haklar” olarak da bakmak mümkündür. Bu anlamda “emanet”i, başkasının bizdeki hakları olarak da tanımlayabiliriz. Bu çerçevede Râzî, emanetleri yani hakları; kişinin Allah'a (Rabbine), öteki insanlara ve kendine karşı olmak üzere üç ana gruba ayırır. İbn-i Ömer, yüce Allah'ın bedenimizde yarattığı avret yerinin emanet olduğunu söyler. Meşru olan yerlerde ve durumlarda kullanmanın dışında  -bedenin teşhiri, avret yerinin açılması, zina vs.-  emanete ihanet olur. Dilin emaneti yalan söylememek, doğru şahitlikte bulunmak, kulağın emaneti boş, saçma, günah şeyleri dinlememek, gözün emaneti harama bakmamak, elin emaneti harama uzanmamak, ayağın emaneti harama gitmemek vs. Diğer insanların da üzerimizde hakları var ki, bunların her biri birer emanet hükmündedir. Tartı ve ölçüyü doğru tutmak, hile yapmamak, aldatmamak, ayıpları yüze vurmamak, kusurları araştırmamak, tecessüste bulunmamak, küçük düşürmemek, onurlarını zedelememek, adaletle yönetmek, bölüşümde hakkaniyeti gözetmek vs. Kişinin kendine karşı  -nefsine dönük hakları-  dünya ve ahireti için, kendisi için faydalı şeylerin peşinde koşması, ahiretini tehlikeye atmaması, şehvetinin, ihtiras ve tutkularının esiri olmaması vs. Elbette nefsin meşru ve masum isteklerini karşılamak nefsimizin üzerimizdeki haklarındandır.

     Tarihte Müslümanlar siyasî kültürün temeli olarak “emanet” ile “ehliyet” arasında zorunlu ilişki kurmuşlardır. Ebu Zer'in valilik talebi üzerine Allah'ın Elçisi'nin söyledikleri, emanetin bu çerçevede siyaset ve yönetimle ilgili olduğunu göstermektedir. Müslümanları da emaneti büyük ölçüde yönetimle ilişkilendirmeye sevk eden önemli sebeplerden biri budur. Buna göre yöneticilerde veya yönetime talip olanlarda ehliyet ve liyakat şartı, olmazsa olmaz şartlar arasında yer almaktadır. Allah'ın Elçisi “Emanet kaybolduğu zaman kıyameti gözlemeye başlayın” demiş, “Emanet nasıl kaybolur?” diye sorulunca “İş ehli olmayanın eline geçince” buyurmuştur. (Buharî, İlim, 2, 59).

     Herkes yönetmek ister. Ancak yönetim ağır bir sorumluluktur, liyakat ve ehil olmayı gerektirir. En yüksek bilgi “kişinin kendisini bilmesi”dir ama insanların büyük bir bölümü yönetim için zaruruî şart olan ehliyet ve liyakatin kendilerinde olmadığını kabul etmez, kendilerini en üst makamlara layık görür ve bu uğurda büyük mücadelelere girişirler. İşte burada topluma büyük sorumluluklar düşmektedir. Ayet, “Emanetleri ehline verin” buyurur. Hitap yönetilenlere yani toplumadır. Bu demektir ki kendinden menkul referanslar öne sürerek kral, hanedan üyesi veya başkası yönetime tek taraflı olarak el koyamaz. Prensip olarak “mülk Allah'ındır”, dolayısıyla iktidarın tayini, siyasetin yürütülmesi işi de toplumundur. Zorunlu olarak yöneten-yönetilen olacağından yönetimin bir alış-veriş ve dolayısıyla icap ve kabul yani rızaya dayanması ilkesi esastır ki, “biat” bunu ifade eder.

     Yönetilenler, ehliyet ve liyakat sahiplerini araştırıp bulmalı, yönetim sorumluluğunu onlara vermelidir. Bir işin hakkını vererek yapacak biri varken, bu işe ehil olmayanın buna talip olması “Allah'a, Elçisine ve mü'minlere ihanet” olarak nitelendirilmiştir. Buharî'nin Sahih'inde yer verdiği bir hadise göre iki kişi bir işi Allah'ın Elçisi'nden isteyince şöyle buyurmuştur: “Biz işimizi isteyene ve makama düşkün olanlara vermeyiz.” Yine Hz. Peygamber'in valilik isteyen Ebu Zer'e verdiği cevap meşhurdur: “Ebu Zer, sen zayıfsın, o iş bir emanettir. Sonu da kıyamet günü perişanlık ve pişmanlıktır. Bundan; bu görevi hak eden ve tam olarak yerine getiren müstesnadır” (Müslim, İmaret, 16). (KUR'ÂN  DERSLERİ / Dirâsâtü'l-Kur'ân, Meâl - Tefsîr, 4 - Nisa - 58)