“Allah size mutlaka emanetleri ehli onlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor! Şüphesiz Allah her şeyi işitici, her şeyi görücüdür.” (Nisa: 58)

     Arabça'da “adl veya ıdl” benzerlik anlamına gelir. “Adîl” benzer olan kişi demektir. “Adl, ıdl ve adîl” aynı şeylerdir. Yani bu üç kelimenin mânâsı benzer, denk demektir. Bazıları ise bunun “misl” (benzer) anlamına olduğunu, “nazîr”in aynısı olmadığını söylemişlerdir.

     İnsanlar arasında hüküm verirken adaletin iki hasım (davacı ve davalı) arasında denge ve eşitliği aramak olduğunu bilen...Eşitliğin de taraflardan birini diğerine hiçbir hususta asla tercih etmemekle, tam aksine her iki tarafı da devenin veya başka bir hayvanın sırtındaki denkler gibi birbirine eşit tutmakla sağlandığını bilen kimse, emredilen adaletin dil bilginleri nezdinde bilinen adalet olduğunu fark edecektir. Yoksa adaletin mânâsı şeriatte var olan hukuk normuna (yargılama ve değerlendirmenin kendisine göre yapıldığı ölçüte, uyulması gereken kural, kalıp ve düzgüye) göre hüküm vermek değildir. Çünkü bu başka bir delille sabittir. Bu hususta şeriatte sabit olan her şey adalete uygundur. Yoksa o adaletin bizatihi kendisi değildir. Tam aksine adalet, o normu uygulamakla ve her hak sahibi hakkını alabilecek şekilde onu davaya tatbik etmekle olur.

     Yüce Allah bazı Mekkî sûrelerde şer'î ahkâmı beyan etmeden önce mutlak olarak adaleti emretmektedir. İnsanların yaptıkları işlemlere ve aralarında çıkan uyuşmazlıklara dair bütün meselelerin hükmü Kitab ve Sünnet'te beyan edilmiş değildir. Bu ahkâma dair beyan edilenler Kitab ve Sünnet'te hedeflenen adaletin tecellisine en iyi bir yardımcıdır. Hükmü beyan edilmeyenlere gelince bu konuda idarecilerin yapacakları içtihadlarda, güçleri oranında eşitlik ve müsavatı araştırmaları gerekir. Bundan sonraki ayette, Allah ve Peygamberi'nin hüküm verdikleri meselelerde bu hükümlere uymanın vâcipliğinin beyanıyla, hüküm vermedikleri meselelerde gerekenin ne olduğunun açıklaması gelecektir. 

     Râzî naklediyor: “İmam Şâfiî şöyle der: Hâkimin davacı ile davalıya beş konuda eşit muamele yapması gerekir. 1) Tarafları huzuruna alırken, 2) Huzurunda oturturken, 3) Taraflara yönelirken, 4) Onları dinlerken, 5) Haklarında hükmünü verirken.” Şafiî devamla şöyle der: “Hâkimin yükümlü olduğu husus, tarafları kalben değil, fiilen birbirine eşit tutmaktır. Eğer hakim kalben taraflardan birine eğilim duyar ve tarafını tuttuğu hasmın ileri sürdüğü delille karşı tarafa galip gelmesini isterse bundan dolayı sorumlu olmaz. Çünkü kalbî meyil ve isteklerden insanın yakasını kurtarması mümkün değildir. Hâkim taraflardan birisine delilini dikte edemediği gibi şâhide de şahitliğini nasıl yapacağı telkininde bulunamaz. Çünkü böylesi, davacı veya davalıya zarar verir. Hâkim davacıya davasını telkin edemediği gibi karşı taraftan yemin istemesi telkininde bulunamaz. Davalı tarafa da dava konusunu inkâr veya kabul etmesi telkininde de bulunamaz. Aynı şekilde şâhitlere şâhitlik yapmaları veya yapmamaları telkininde bulunamaz. Hâkim taraflardan sadece birisini misafir edip ağırlayamaz. Çünkü böylesi, karşı tarafın kalbini kırar. Hâkimin kendisi de  -iki taraf birbiriyle davacı ve davalı oldukları sürece-  taraflardan herhangi birinin veya her ikisinin ağırlama kendilerine konuk olma teklifini kabul edemez. Rivayete göre Peygamberimiz, taraflardan birisini, karşı taraf da olmadıkça misafir olarak ağırlamazdı. Bu hususta daha fazla bilgi fıkıh kitaplarındadır. Bu konuda netice olarak söylenecek söz şudur: Hâkimin hüküm verirken maksadı, hakkın hak sahibine ulaştırılmasıdır. Hâkim bu gayeyi bir başka gaye ile birbirine karıştıramaz. Yüce Allah 'İnsanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.' derken bunu kasdetmiştir.”

     Yüce Allah emanetleri eda etmeyi adaletten önce zikretmiştir. Çünkü hüküm verirken adalete, insanların haklarına tealluk eden emanetlere hıyanet edildiği ve bunun için hakime başvurulduğu zaman ihtiyaç duyulur. Aslolan insanların birer güvenilir kişiler (ümenâ) olmaları ve emanetleri fıtrat ve dinin sesine kulak vererek eda etmeleridir. Hıyanet ise aslolanın tersi bir durumdur. Dindar bir toplumda hıyanet kural değil istisnadır. İnsanlar emanetlerine riayet eder ve onları sahiplerine verirlerse o toplumda hüküm verirken adalete çok az ihtiyaç duyulur. (Menar Tefsiri, Şeyh Muhammed Abduh, Muhammed Reşid Rıza, Nisa : 58 )