Geçmiş dönemlerde yaz ayları genel olarak fiyatların belirgin olarak daha düşük olduğu, turist ve benzeri etkenler sebebi ile dövizin hiç yoktan da olsa yılın diğer dönemlerine göre daha kıpırtılı bir dönemdi. Normal dönemlerde enflasyon ve döviz Eylül aylarında ekonomiyi zorlamaya başlardı. Fakat daha yaz ayının başından bu yana yüksek enflasyon, döviz ve faiz baskısı yaşamaktayız. Seçim ekonomisinin yarattığı külfetten hiç bahsetmiyorum bile. Bu yıl farklı şekilde geçecek olmasından dolayı vatandaş besinle değil, acıyla besleyecek!

Bir sabah uyandığımızda doların altı lira ve üzeri olduğunu gördüğümüzde yapılan yolları yiyemeyeceğimizi belirtmemize gerek yok diye düşünüyorum. Ne de olsa insan akıllı bir varlıktır. Fakat “vardır bir çözümü” diyebilir miyiz? Belki! Ama artık ne izlenecek bir yol haritası, ne de pozitif noktaları görmek için bir bakış açısı kalmadı. Serbest piyasa koşullarında fiyat farkının olması da ne yazık ki normal karşılanabilir. İşletme giderleri ile fiyat endeksi arasında bir algoritma kurulmasından kaynaklanıyor. Fakat bu kıstas eğer vatandaşın işçi ve emekçi kesimini etkiliyorsa sorgulanmalıdır. İktisada göre arz ve talebin kesiştiği yer, ürün veya hizmet pazara arz edildiğinde, talebin miktarınca fiyat belirleniyor. Ki fiyatı ise birtakım faktörler etkiliyor. Regülasyonlar da bunlardan birisi. Tabii, bunun azı karar, çoğu ise zarar verir, ama şuan hiper enflasyon süreçlerinde aşırı artışlara engel olmak için uygulanan bu fiyat kontrollerinin gerçek anlamda yapılıyor olduğuna emin miyiz?  

Hiçbir ülke, kendi para biriminin diğer para birimleri karşısında değer kaybetmesini istemez. Ama bazı durumlar devalüasyon yapılmasını, ekonomik toparlanma açısından zorunlu hale getirebilir. Şuan için ufukta böylesi bir şey yok gibi görünüyor olsa da devalüasyonun en önemli uygulanma sebebi, ekonominin dış ticaret dengesinin açık veriyor oluşudur. Ki artık sirenler çalmaya başladı. Ekonomide toplam ithalat, toplam ihracatın üzerinde ise o ekonomide dış ticaret açığı bulunur. Ülkenin satın alma gücü zayıflatılarak, daha fazla ihracat, daha az ithalat gerçekleşmesi sağlanmaya çalışılır. Başarılı olur mu, işte bu da bir bilinmez!

Üç tarafı denizlerle çevrili ülkede, insanlar yakın bir zamanda yiyecek ekmeğe muhtaç olacak gibi görünüyor. Ne de olsa izahı edilemeyecek derecede artan fiyat etiketleri bu ülkedeki ne ilk, ne de son olacak bir durum. Et, süt, sebze, meyve, un ya da yağ insanın en temel ihtiyaçları olan gıda maddeleriyken, şimdi değişen ne? Talep mi arttı? Yoksa arz mı azaldı dersiniz? Hayır, hiçbir şekilde değişen bir denge söz konusu olmaz. Nitekim bir ürünün fiyat artışı, piyasa ekonomisinden kaynaklı gibi bir söylemle savunulamaz. Çok değil, geçen hafta semt marketinin birinden alışveriş yaptığımızda ilk kez fiyat etiketlerin beni terlettiğini hissettim. Manav reyonundan tutun da, şarküteriye dek enflasyon rakamları yarışan çift haneli fiyat etiketleri göz yaşartıcıydı. Bu durumda insanın aklına şu soru geliyor: Türkiye’de yaşamak aslında bitmek bilmeyen bir Kurtuluş Savaşı’nda olmak mıdır?

Eti, mangalı alıp pikniğe gitmek bu ülkedeki insanlar için bir lüks. En ufak markete girdiğinizde dahi iki yüz Türk lirasına aldığınız şeyler bir elin parmağına geçmeyecek kadar. Geçmişte artan etiketler dolayısı ile et alamayan vatandaş, tavuk alıyordu. Fakat artık tavuk bile alınamayacak kadar pahalı. Orta halli geçimin sembolü haline gelmiş olan peynir, zeytin, soğan üçlüsü bile artık fiyat bantlarının en üstünü zorluyor. Yahu, her şeyi geçtim, ama halk ekmeği kuyruklarında oluşan sıralardan haberdar mısınız? Daha çok soru sorabilirim. Yanıtsız kalacağını bildiğimden dolayı da konuştuklarımız havada asılı kalıyor. Bu gemi çoktandır su alıyordu. Ama artık en basit tabiri ile batıyoruz. Reel faiz getirisinin düşük ve yabancı yatırımcının parasını geri alamaması riskini de hesaba katarsak eğer, hiçbir yatırımcı Türkiye’nin garip gidişatına karşılık kendini güvende hissetmez.

Gerçekçi düşünülmezse iflas bayrağı bile çekilir. Halk bunu her ne kadar daha şimdiden bu bayrağı çekmiş olsa da, 31 Mart Pazar günü yapılacak yerel seçimler kapıda bekliyorken, ekonomik gidişatın düzene girmesi mümkün görünmüyor. Türkiye kredi notu düşüşü ile de notu ile not ve görünüm tablosunda Uruguay, Güney Afrika, Kazakistan, Guatemala, Kosta Rika, Hırvatistan, Kolombiya ve Bulgaristan gibi ülkelerin gerisinde bulunuyor. Ve şaşırtıcı bir şey söyleyeyim: gelecek hâlâ birçok insanı korkutmaya yetmiyor. Yıllardan bu yana çok büyük kaynak aktarılan inşaat sektörü tükenme eşiğinde ve var olan kaynaklarını yurtdışına kaçırıyor. Eğer savurgan ve ekonomik faydasından çok ekonomik maliyeti olan yatırımlar yapılır, özelleştirmeler ve tasarruflardan vazgeçilmezse baş kaşıyacak tırnak kalmayacak. Evlerden, hanlardan, saraylardan çıkmaya fırsat bulabilecek olanlar çarşıyı, manavı bir ziyaret etsin. Ne de olsa ekmek yoksa pasta var. Gidişatı görmek istemeyenlerin ise vay haline! Yeni Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak'a da selamlar.