Sıcaklarla başımın hoş olmaması yanında Sonbaharın yaşandığı en güzel ay olarak gördüğüm Ekim ayını yıllar boyu hep sevgi ile beklerdim… Tabiatın, o kendine mahsus güzelliği bir tarafa Ekim’in çeşitli sanat faaliyetlerine açılan kapı olması, yaz aylarının o dağınıklığından kurtulma ve dostlarla birlikteliğin yeniden sıklaşmasının tahassürü beni mutlu ederdi. Zamanla, dostlardan bazılarının, en çokta bu ayda, dünyamızla vedalaşması karşısında, Ekim ayını sevip sevmemekte tereddütlerim başladı. Hele hele kendileriyle beraber olmanın, benim için ne kadar önem taşıdığını kelimelere sığdıramadığım bir büyüğümle, çok yakın bir dostumu Ekim ayında Hakk’a yolcu edince, Cenab-ı Hakk’ın affına sığınırım ama doğrusu, bu aydan soğudum. Büyüğüm “ağabey” diye isimlendirdiğim vakit içimin titrediği kişi, Fethi Gemuhluoğlu idi. Onu, bugünün ölçüleriyle çok genç denilebilecek yaşta, 55 yaşında, Hakk’a yolcu etmiştik. Bir hafta önce Tekirdağ’daki yazlıklarımızda iki ev arasında yürüyor ve uzun uzun sohbet ediyorduk. Biraz Türkiye’miz, biraz gelecek günler derken sözü kendisine getirmişti. Âdeta bir veda konuşması yapmağa başlamıştı. Bense, üstüne konduramadığım ölüm düşüncesi içerisinde Fethi ağabeyin yine çok hassas günlerinden birinde olduğunu düşünüyor ve yuvarlak laflar ediyordum!.. Son sözleri, millî varlığımızın geleceği gençlere yönelmek, onları geleceğin Türkiye’sine layık birer münevver haline getirmek için yapılması gerekenler üzerineydi. Sanki bizim nesillere “gençlere sahip çıkın” mesajı veriyordu. Bunları söyleyerek “alperen” kimliği içinde yüreğini ve bütün varlığını tahsis ettiği gençlerle ilgili konuları bizlerin naif omuzlarına emanet ediyordu. Bizim nesillerin bu yükü taşımağa ne kadar muktedir olabileceğini ise sual bile etmiyordu!.. Çünkü konuda tohumlarını serpmiş, arada kötü ürünler olsa da, epeyce hasat almıştı. Fakat hiç birimizin, tek tek, onun ufkuna ulaşmayacağının da farkında olduğundan pek çok kişinin buna sahiplenmesi gerektiğini düşünüyordu… Çoğu sohbetlerimizde veya bir meselede sıkıldığımızda yahut dertleşirken “şimdi beraberimizde veya bir telefon mesafesinde olsalar da” onlarla hasbihal etsek, fikir alış verişinde bulunsak dediğimiz iki isimden biri Fethi ağabeydi. Ardından da Aydın Bolak’ı dile getirirdik aziz dostum Ergun Göze ile. Ya onun gidişine ne demeli? O da bir Ekim sabahı, hem de aynı gün Boğaziçi Yayınevinde buluşarak son günlerde sıkıldığı bir konunun çözümünü görüşeceğimiz günün sabahı onu da yolcu edecektik… O günün sabahı, bunu nereden bilebilirdim!.. Buluşma günün hassasiyetiyle, telefonla, beni aramış ve “Metincim yola çıktım, iskeleye kadar geldim ama kendimi iyi hissetmeyerek eve dönme kararı verdim. Yarın buluşalım. Sen de, diğer arkadaşla konuşarak mazeretimi bildir. Eğer imkânın elverirse sen de programını buna göre tanzim edersen, memnun olurum!” deyişinden birkaç saat sonra, Ekim ayında, Hakk’a yürüdüğünü hatırladığımda, bu aya olan sevdamın azaldığını hissediyorum. Evet ama emir Yaradan’dan. O halde Ekim ayını, bu güzel insanların vuslat yolculuğu olarak kabul ederek bu ayı daha çok sevmem gerekmez mi? Kendimi böyle teselli ediyor ve tekrar hayatın gerçeklerine dönmek gereğini duyuyorum… Ekim ayı sosyal faaliyetlerinin yoğunlaşmaya yöneldiği bir zaman dilimi olmak bakımından önemli. Birbirini takip eden çok yönlü toplantılar, yaz aylarının tabii seyri içerisinde dostların birbirinden maddeten uzaklaştığı günlerin hitama ermesi, sohbet meclislerinin yeniden gündeme gelişi, konserler.... Eh ne yapalım bir Ekim ayı daha kapımızda diye düşünürken “T.C. Kültür Bakanlığı Klâsik Türk Musikisi Korosunun” yeni mevsime başlangıç konserinin davetini aldım. Hayıflandım! Çünkü yine tam o günlerde İstanbul dışındaydım ve ilk konseri kaçıracaktım. Oysa sanat musikimizi, o kadar çok özlemiştim ki! TV kanallarımızın durumu malûm. Klâsik musikimiz tam anlamıyla üvey evlât! Kanallarımızda hafiflikler bir yana Batı kaynaklı olmayanların esamisi bile okunmuyor! Bunları düşünürken gazetelerde gördüğüm bir haber aklıma geldi. Birisi, kendisine dehâlık yamanan, kendinin de vehimle buna inandığını sandığım birisi, hiç sağına soluna önem vermeden, hafiflikler olarak görsem de neticede “yanlışı ve doğrusu yahut eksisi ve fazlasıyla” bizim olan, bizden olan halk, pop, her ne ise, müzik mensuplarına verip veriştirmişti yine! Hey Allah’ım diye aklımdan geçirdim. Belki onları ben de beğenmiyordum ama dinlemiyor ve de sanat musikimiz için elden geldiğince mücadele ediyordum. Fakat bu kişi ve benzerleri kendi vehimleri içinde toplumlarını küçümsemekte mahirdiler! Oysa “haddin bilmek gibi irfan olmaz!” diyen atalarımız ne güzel söylemişlerdi. Bu bayın irfanı olmadığı muhakkaktı ama hiç değilse biraz başkalarına saygılı olmayı bilselerdi veya birileri onlara öğretseydi ya!.. Konuya “sana ne be kardeşim!” diye de yaklaşılabilir. Fakat bu bay ve benzerleri, kendilerinin “sıkma kafaya sokma aklın” müritleri olduklarının farkında değiller. Bu bayın, Batı musikisini, bir virtüöz gibi eda ettiğini biliyorum. Zaman zaman dinliyorum da. Ama doğrusu bir Batılının aynı eserleri çaldığıyla kıyasladığımda, ben bu işin hiç uzmanı değilim ama şunu söylüyorum, bu bayın icrasında bir şeyler eksik! Bunu düşününce aklıma, uzun yıllar beraber çalışma imkânını bulduğum bir Alman arkadaşımın söyledikleri geldi. Bir konserden çıktıktan sonra “Farklı kültürden olduğu için sizin şu dâhi çocuklarınızın icralarında bile, şimdi kelimelerle izah edemeyeceğim bir şeyler eksik!” deyivermişti… Samimiyetle ve özel olarak söylenmiş bu söze rağmen, Batılı ülkelerde, musikilerini icra eden yabancıları yere göğe koymadıkları ve övgülerle donattıkları bilinendir… Zira Batılıların, kendi kültür bağımlılığındaki kimselere ve medeniyet çevrelerindeki “takma kafalılara” övgüleri ve de ödülleri çoktur! Ayrıca bu bay dâhiye(!) ve benzerlerine, topladığınız alkışalar bu toplumun insanlarının alkışları mı, yoksa benzeşmeğe çalıştığınız “yabancılaşmanın” mı? diye sormak da iktiza eder. Neyse ki ülkede ülkemizde güzel şeyler de oluyor. İşte onlardan biri… Memnun oldum. Unutmağa başladığımız vefa duygusunun uyanışlarından biri gibi geldi bana. Konu bir gazetede gördüğüm “Tanpınar Festivali” idi. Festival kelimesi, doğrusu çok hoş olmasa, hafifliği çağrıştırır olsa da, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı hatırlamak ve hatırlatmak önemliydi. Konun alt başlığı, “şehir ve yemek” idi. Yazıdan üçüncü yılını idrak ettiğini öğrendiğim toplantıyı neden daha önceleri duymadığıma hayıflandım. Fakat bu defa da İstanbul dışında olacağımdan, eğer medyaya yansımazsa, çalışmalardan yine fazlaca bilgi sahibi olamayacaktım. Konuda beni asıl şaşırtan ve memnun edense, tam da bu günlerde, Tanpınar’ı şaheseri olarak kabul ettiğim “Beş Şehir” adlı eserini yeniden okumakta olduğumdu. Önceki yazımda da söylediğim gibi, gençlik yıllarımda okuduğum bazı eserlere dönerek kendimi yeniden imtihan ediyorum. Eseri anlatmağa sanırım gerek yok. Fakat izninizle, taşınmaz kültür varlıklarımızı ilgilendirmekteyse de, Tanpınar’ın bir tespitinin çok yönlü olarak ele alındığında günümüzün insanını da yansıtacağını düşündüğümden, yazımı onunla noktalamak istiyorum…”Cedlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini istedikleri bir ruh ve iman vardı. Taş ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu.” Ne dersiniz? Bugün beton yığınlarıyla kentlerimizi mahveden zihniyetle Tanpınar’ın bahsettiği ruhu yakalamak mümkün müdür? Yoksa “medeniyet” adına “medeniyet” adına beton yığınına dönüşmüş buralardan “takma kafalı sokma akıllıların” zuhuru mu kolaylaşır!...