İstanbul’un müdafaa ve savunulması Edirne’den başlar. Dolayısiyle Edirne’nin düşmesi, İstanbul kapısının açılması demektir. Bunun içindir ki, 26 Mart 1913’de Edirne’nin vahşî Bulgar ve Sırp kuvvetlerince işgal edilmesi Avrupa’da büyük akis ve yankılar yaptı. Artık Bulgarlar’ın İstanbul’a girmelerini heyecanla bekler oldular.
     Fakat, evdeki Pazar çarşıya uymamış, Edirne’nin düşmesi, milleti galeyana getirerek şahlandırmış, neticede 22 Temmuz 1913’de gâzi  serhat şehri, Edirne yeniden ay-yıldızlı bayrağına kavuşmuştur.
     Edirne’nin kurtuluş harekâtını ibretle incelediğimizde, istikbalin de teminatı olacak, ulvî ve hayatî düşünce, inanç ve bakış açılarını görmek imkânını bulur, geleceğe sürur ve sevinçle bakmanın bahtiyarlığına ereriz.
     Tesbitlerimizi üç hususta dile getirebiliriz:
Edirne’nin işgali, vatanın her köşesinde aksisedalar yapmış, devletin kalb-gâhı olan İstanbul'un tehlikeye düşmesi, bütün İslâm ahâlisini hüzne boğmuştu. Menşeine bakmadan her müslim, gönüllüler ordusunda, heyecanla yerini almıştı.
     Hakkari’den Edirne’ye Karadeniz’den Adana’ya, Afrika’nın Sudan’lı Zenci Musa’sından tutun da, imparatorluğun dört bir yanından gelen, üstelik her yaş ve baştan herkese kadar, bütün İslâm Âlemi cuş u huruşa gelmişti.
     Bu çok göğüs kabartıcı bir şeydi. Demek on asırdır İslâm’a siper olan ve İ’LÂ-YI KELİMETULLAH uğrunda gâzi olup, şehit düşen ve bu bakımdan İslâm kavimlerinin pederi hükmünde sayılan Türk Milleti yalnız değildi. Bundan böyle de yalnız bırakılmayacaktı.
     Nitekim Millî Mücadele sırasında, Güney Asya Müslümanları başta olmak üzere, her kıt’adan düvel-i muazzamaya karşı imanlı sedalar yükselmiş, maddî manevî desteklerini, İSLÂM’IN  PEDERİ   MESABESİNDE  BULUNAN TÜRKLER’den esirgemiyeceklerini dünya-âleme haykırmışlardı.
     Bu vaziyet alış, istikbalde de ÂLEM - İ  İSLÂM’IN, TÜRKLER’İN  ÇEVRESİNDE KENETLENECEKLERİNİN  kutlu bir işaret ve müjdesiydi.
İstanbul, sâdece Osmanlı Devleti’nin payıtahtı / başşehri değil, aynı zamanda  -Yavuz’dan beri-  Âlem-i İslâm’ın Dârü’l - Hilâfe’si / Hilafet Merkezi’ydi. Edirne kal’asının düşmesi, İstanbul yolundaki en büyük engeli ortadan kaldırmıştı.
     İslâm’ın kalb-gâhı İstanbul, Salib ve Haç’ın istilâsına mâruz kalmıştı. Bulgar sürüleri İSLÂMBOL  /  İSTANBUL’a her an yürüyebilirlerdi. İstanbul, ne pahasına olursa olsun, her türlü tehlikeden masun kalmalı / korunmalıydı.
     Bu düşünce ve kararlılığın en belîğ, en güzel ifadesi, Kuzey Afrika’nın mânevî sahibi ve büyüğü Şeyh Sünûsî Hazretleri’nin dudaklarından, behemehal yerine getirilmesi gereken bir emir olarak döküldü:
     “Gidin evlâtlarım! Burası Devlet-i Aliyyemizin (Osmanlı Devleti’nin) kolu bacağıdır. Koparsa gene yaşar. Ama İstanbul kalbidir. Elden giderse tamamiyle yok olur!” (Mehmet Niyazi, Yazılamamış Destanlar, İstanbul - 1991, s. 62)
Edirne’nin kurtuluşuna koşuşun arkasındaki itici gücün mühim sebeplerinden biri de, halkımızın, Osmanlı Devleti / bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin keyfiyet ve nasıl bir devlet oluşunun şuurunda ve bilincinde olmasıdır.
     Nitekim, Edirne’nin kurtarılmasında Van Gönüllüleri’nin başında Milis Miralayı olarak
286
bulunan Bediüzzaman Said Nursî’ye de Batılı gazeteciler sorar:
     “İçinde yaşadığınız devlet Türk Devleti’dir. Ama siz İslâmiyet için savaştığınızı söylüyorsunuz.”
     Aldıkları müskit / susturucu cevap, suratlarına müthiş bir şamar gibi iner:
     “DEVLETİMİZİ  TÜRKLER  KURMUŞLARDIR.  AMA  ONU  İSLÂM’A  GÖRE  DÜZENLEMİŞLERDİR.  TÜRKLER  DEVLET  HAYATINDA  HİÇBİR  ZAMAN  DİĞER  MİLLETLERİ  SAF  DIŞI  ETMEMİŞLER,  LİYAKATLERİ  ÖLÇÜSÜNDE  DEVLETE  İŞTİRAK  ETTİRMİŞLERDİR. HERKES  BİLİYOR Kİ,  TÜRKLER’İN  KURDUĞU  BU  DEVLET, DÜNYADA  İSLÂMİYET’İ  TEMSİL EDİYOR.  O’NUN  YERYÜZÜNDEN  KALKMASI,  SADECE  İSLÂM  DÜNYASI  İÇİN  DEĞİL, BÜTÜN MAZLUMLAR  İÇİN  FELÂKET  OLUR!”  (Aynı eser, s. 161)