Çanakkale geçilmez; Türkiye Cumhuriyet’i vatandaşlığının bir görevi olarak, bizlerde Çanakkale’yi geçmek değil de, Çanakkale’den şöyle bir geçmek istedik. Giderken Çanakkale’nin çok soğuk olduğunu söylemişlerdi. Ne var ki “Sarıkamış’tan da soğuk değildir” demiştim ancak Çanakkale’ye girer girmez, sanki Sarıkamış bizi sabahın o kendine has sessiz ve soğuk havasıyla karşıladı. Üşüyordum çenem birbirini vuruyor, yüreğimse Sarıkamış hasret ateşini, Çanakkale dağlarına yükseltiyordu. Çanakkale savaşını, sanki ilk defa anlatıyor gibi büyük bir aşkla anlatan bir rehber karşıladı bizi. Ben hem dağlara bakıp Sarıkamış’ımla konuşuyor, hem de rehber’in yüreğinde ki vatan sevgisinin ne kadar büyük olduğunu okuyordum. Bir ara kulaklarımı rehbere tıkadım ve sadece dağlarla konuşmak istedim. Allah’ım bu nasıl bir benzerlikti. Ayaz kokan çamlar, onca kalabalık içinde hiç ama hiç ayak basılmamış gibi topraklar ve sedasını yitirmemiş zaferin sesi uğulduyordu vatan sevgisinin rüzgârında. Rehber arabanın önünde Çanakkale’yi, ben ise arkada Çanakkale’nin kardeşi olan Sarıkamış’ı anlatıyordum. Gözlerimse Çanakkale’ye gelen tüm araba plakalarında, yani 36’yı görmek istiyordu. Bir ara rehberin soğanlı dediğini duyunca şöyle bir silkinip Sarıkamış’ımdan Çanakkale’ye geçiş yaptım. Rehber soğanlı deresini tanıtıyordu, Sarıkamış’ında soğanlı dağları vardı. Üstelik ben hep Çanakkale eşittir Sarıkamış, Sarıkamış eşittir Çanakkale demiştim. İki diyarda şehitlerimize kucak açmış ve kutsal topraklarının neden soğuk koktuğunun sorusunu akıllara getiriyordu? Tabi ya, vatan uğruna uykuya dalan şehitlerimizin esaretini bozmamak ve binlerce kınalı Hasanların gençliğini soldurmamak içindi morg kokan soğuklar. Sanki kınalı Hasanların kına kokuları yayılmıştı tüm Çanakkale dağlarına. İnsanın yürümekte güçlük çektiği dağlarda, vatan uğruna koşarak can verenlerin can kokuları vardı. Çanakkale dağlarının Anadolu kokan topraklarında, hiç savaş bitmemişti sanki. Hala bir savaş atmosferi ve savaştan ilk günün çıkmışlığının zaferi ve heyecanı vardı!
Ey yurdum şunu öğrendim ki vatanımım kalbi Çanakkale, Sarıkamış, Sakarya, Yemen’de.
Vatan nedir bilmeyen Çanakkale’ye, birde Sarıkamış’a hele bir beri gelsin de gerisi kolay;
Zafer kokan dağlar anlatır vatanı,
Kan kokan toprak anlatır vatanı,
Marş kokan rüzgâr anlatır vatanı.
Bizlerin yürümekte güçlük çektiği şu dağlarda, vatan uğruna koşarak
Can verenlerin can kokuları,
Kan dökenlerin kan kokuları,
Tekbirlerle ölüme gidenlerin şahadet kokuları anlatır vatanı…
Bir duygu selinde sürükleniyordum ki nereye aktığımı ben bile bilemiyordum. Bildiğim tek şey vardı ki, oda, bu duygu nehrinde sürüklenirken birçok kayalara çarparak canımın yandığıydı. Yükselen suların beni dalgaların üstlerine savurduğunda hep yapıcılık ve yıkıcılığı görüyordum. Bu vatan hiçte kolay kurtarılmamış- tı.  Aktığım duygu selinde, tek bir konuya odaklanamıyor, sürekli vatandan millete, milletten vatana, bir dağlara, bir eteklerine doğru, yüreğimdeki koca cephanemle ama konup, ama koşup duruyordum.
Ve beni benden koparıp gözyaşlarıma hakim olamadığım an; siperleri gördüğüm andı. Yüreğim yüreğimde titriyor, sanki bende savaştaymışım gibi o anları saniyesi saniyesine yaşıyordum. Sıra müzeyi ziyarete geldi; müzeyi gezerken en çok etkisinde kaldığım şeylerden biri ise savaşta askerlerimizin su içtikleri mataralardı. Hala savaş kokan, yoksulluk kokan, vatan millet kokan mataralar beni de içlerine alarak, olmayan su damlalarında yok ediyorlardı. Yok oluyordum. Çünkü onların elleri değmişti. Onlar topların tozu dumanı içinde başlarını Allah’a kaldırıp, o mataralardan su içmişlerdi. Belki de elerindeki suyu bölüşebilmek için sadece dudaklarını ıslatabilmişlerdi. Kim bilir beklide onlar, yanlarında vurulan arkadaşlarının başını dizlerine alıp, son defa o mataralarda sularını içirmişlerdi. Kim bilir! Elimde pet şişesinde suyum vardı. Bir anda susadığımı fark ettim. Elimdeki suya bakarak biraz düşündüm. “Eğer ben varsam, eğer vatanım diyebileceğim bir vatanım varsa, yani vatansız değilsem, eğer başımda dalgalanan al yıldızlı bayrağım hala dalgalanıyorsa, eğer ben büyük bir gururla ben Türkiye Cumhuriyet’in çocuğuyum diyebiliyorsam, eğer ben yurduma vatan diyip can vermiş şehitlerimizin zafer kokan rayihasını solumaya, bastıkları ve yattıkları toprakları tanımak için geldiysem, üstelik elimde yoksulluğun değil, renkli bir Türkiye Cumhuriyetinin kaynak sularından suyum varsa, eeeeeeeeey asker, ben bunu sizlere ve Mustafa KEMAL’lere borçluyum. Sizler çok büyüksünüz, hepte büyük kalacaksınız! Elimdeki Bu suyu hepinizin zaferi için içiyorum. Ruhunuz şad olsun Seyyit Onbaşı ve kınalı hasanlar, ruhunuz şad olsun Mustafa Kemaller!” Atam kaldır başını ve gör; senin adını kullanıp nasılda vatan hainliği yaptıklarını; festival gibi coşku çemberi kurup, park pazarlarında bu vatanı nasılda kolay sattıklarını gör… Gör Atam gör…
Ama görme dayanamazsın… Ah Atam Ah; biz gördük, sen görme…
Kale içi bir başka soğuktu! Ben hem çok üşüyordum, hem de bu üş’e büyük bir özlemim vardı; ben Sarıkamış’ımla da özlem gideriyordum sanki. Sarıkamış o gün beni tam anlamıyla, Çanakkale’yle baş başa bırakmıyor, kutsal benzerlikleriyle hep karşıma çıkıyordu. Çanakkale’de binlerce anıtı görünce ruhum kabararak gururlanıyordum, fakat bir yanımda acıyordu; acıyan yanım yüreğimi acıtan öksüzüm Sarıkamış’ımdı. Sarıkamış neden bu kadar sahipsiz kalmıştı. Sarıkamış o gün, hani vardır ya, kardeşi el üstünde tutulan, kendisiyse hep unutulan, hırçın ve de kıskanç bir çocuk gibi hep karşımdaydı! Yada o gün ben Sarıkamış olmuştum da, kıskanç tavırlarımla hep kendimin karşısındaydım.  Nasıl olmasın ki; Sarıkamış  o gün iç çekişleriyle bana ve de kendisini fark etmeyenlere “Ceee” yapıp duruyordu.
Bir ara oğlum Mustafa yanıma gelerek; 
“Annecim, sana anneler günü için Havranlı Seyit onbaşının heykelini aldım” dedi. Oğlum Mustafa’dan bana Havranlıyı anlatmasını istedim. Oğlumdan dinlemek daha bir gurur verici olacaktı! Mustafa Havranlı Seyit Onbaşının kahramanlığını anlatmaya başladı. Gözlerim doldu; gözyaşlarımı yudum yudum içtim. İçtiğim damlalarımda, ben beni vatanın kutsal deryalarında boğuyordum. Oğlumu dinlerken bir ara sanki ağır bir şeyi kaldırmak için hareket içinde çabaladığımı fark ettim. Sanki Seyit Onbaşının sırtı olmuş, onun kaldırmak isteyip ve de kaldırdığı bombayı taşımasına yardımcı olmak istiyor gibiydim. Seyit Onbaşı nasıl başarmıştı acaba? Bu tüm vatanseverlerin birleşen güç oluşumumuydu savaş dağlarında gezen ve de ihtiyaç duyulduğunda Seyit Onbaşılara yetişen bir güç müydü acaba? Kim bilir.
Yolculuğumuz yoğun duygularla sona ermiş artık evlerimize dönmüştük.
Şimdi ben, bastığım, şu altında binlerce kefensiz yatan topraklara daha bir temkinli basıyorum; çünkü bu topraklar hak kokuyor, askerlerimizin bize emanetlerinin ve onların can hakları kokuyor. Şimdilerde kolay harcanan bu vatan hiçte öyle kolay kurtarılmadı ve bu vatan  Alevi Sünni, Kürt’ü Türk’ü, Laz’ı Çerkez’i vs kurtarıldı. O yüzden bu vatan bölünmez, bu vatan hepimizindir ve öylede kalacaktır. Vatanı sevelim; dini, dili, rengi ne olursa olsun milletti sevelim; Zira vatansız millet olmaz, milletsiz vatan hiç olmaz…
Şu üç günlük dünyada, kavgaları değil, kinleri, nefretleri, öfkeleri hiç hiç değil,
Sevgileri, dostlukları, kardeşliği paylaşalım ve paylaştıkça büyüyüp birlik olalım.
Sevi seviyorum dinmez Ezanım.
Sevi seviyorum, inmez Bayrağım.
Seni seviyorum, bölünmez Toprağım.
Seni seviyorum, Çanakkale’m.
Seni seviyorum, Çanakkale eşittir Sarıkamış’ım.
Sevi seviyorum, Zemherinin Kardeleni Türkiye’m.