“Osmanlı İmparatorluğu’nun Padişahı II. Mehmet, ya da Fatih, 1453 yılında henüz 20 yaşındaydı. Sultan 29 Mayıs 1453 günü öğleden sonra ne zamandır arzu edilen şehre girdi. Sultan, Doğu Hıristiyanlık âleminin ana kilisesi ve Patrik'in mekânı olan, 900 yıl önce İmparator Iustinianos tarafından Avrupa'nın en büyük kubbesine sahip olacak şekilde yaptırılan Mukaddes Hikmet katedraline kadar at üzerinde geldi. Sonra atından indi, eğildi ve yerden aldığı bir avuç toprağı, Allah huzurunda bir tevazu ifadesi olarak, sarığından aşağı döktü.

Rumların “yeryüzündeki cennet, Tanrı'nın ihtişamının tahtı, melâikenin kızağı” olarak gördükleri mabedin içinde, bir Türk: "Lâ ilâhe illallah. Muhammeden Resulullah/Allah'tan başka Tanrı yoktur. Muhammed onun peygamberidir." Diyordu. Haghia Sophia katedrali Ayasofya Camii haline gelmişti. Sultan içeri girerken, kendilerini kurtarması için bir mucize beklentisiyle katedrale sığınmış olan yüzlerce Rum sürü halinde dış arı çıkarıldı. Mermer zemini hırpalayan askerlerinden birini durduran sultan, bir fatih gururuyla: "Ganimet ve esirlerle yetinin; şehrin yapıları bana aittir," dedi. İsa'nın, Meryem Ana’nın, Ortodoks ermişinin ve Bizans hükümdarlarının altın mozaiklerinin dibinde Allah’a dua etti. Maiyetinin tebriklerini kabul ettikten sonra onlara şunu söyledi: "Osmanlı'nın tahtı burada sonsuza kadar sürsün! Mührü muvaffakiyet olsun!”

İstanbul’un bir arzu nesnesi olması doğaldı, çünkü coğrafyası ve tarihiyle büyük bir imparatorluğun başkenti olmak üzere tasarlanmış gibiydi. Üçgenimsi bir yarımadanın ucunda, üç yanı denizle çevrili olarak bulunuyordu. Kuzeyinde bir kilometre genişliğinde ve altı kilometre uzunluğunda, muhtemelen günbatımında altın rengini aldığı için Altın Boynuz adı verilen bir liman (Haliç) uzanıyordu. Doğusunda Avrupa ve Asya'yı birbirinden ayıran dar bir suyolu; Boğaziçi vardı. Güneyde, Ege'yle Karadeniz'in buluştuğu küçük bir içdeniz olan Marmara Denizi yer alıyordu. Şehir hem doğal bir kale, hem de Afrika, Akdeniz ve Karadeniz'e deniz yoluyla kolaylıkla ulaşılmasına fırsat veren bir derin-su limanıydı. Bunun yanı sıra, Avrupa ve Asya ile Tuna ve Fırat nehirlerinin anakara güzergâhlarının kavşak noktalarında kurulmuştu. Konumu itibariyle sanki dünyanın dört köşesinin tüm zenginliklerini kendinde toplamak üzere bekliyordu.

Byron şöyle yazmıştı: “Atina, Efes ve Delfi harabelerini gördüm. Türkiye’nin büyük bir bölümünü Avrupa’nın pek çok yerini ve Asya’nın bir kısmını baştanbaşa dolaştım. Ama Yedikule’den Haliç’e kadar her noktasından böyle bir manzara arz eden başka bir sanat ya da doğa eserine hiç rastlamadım.”

Bir Bizanslının da yazmış olduğu gibi,  İstanbul; “dünyanın gözünü diktiği şehir” olduğu için bu surlar örülmüştü. Hiçbir şehir 29 defa taarruza ve kuşatmaya maruz kalmamıştı. Eğer tarih ve coğrafya İstanbul’u eşsiz bir imparatorluk başkenti kılmışsa Osmanlılar’da büyük bir imparatorluk yönetmeyi kendileri için mukadder görüyorlardı. Orta-Asya'da iken hâlâ göçebe olarak yaşamlarını sürdürmelerine rağmen birçok Türk kendilerini:

“Tanrı’nın seçilmiş milleti, “ olarak kabul ediyorlardı. 

İstanbul kılıçla fethedilmişti. Ve diğer hanedanlarda olduğu gibi, 469 yıl sonra Osmanlı İmparatorluğunun sona ermesine kadar da, kuvvet kullanımı Osmanlıların başlıca denetim mekanizması olarak kaldı. Hiçbir şair ve gezgin İstanbul karşısında Fatih kadar mest olmamıştır. Osmanlı sultanları, isimlerinde; “İmparator’un Türkçe karşılığı olan -Fars kökenli Padişah (Büyük Hükümdar) ve Şehinşah (Hükümdarların Hükümdarı)” ile Arap kökenli “Sultan (hükümdar)” sözcüklerinin yanı sıra “Han” sözcüğünü kullanırlardı. Daha sonrakiler gibi II Mehmet de 1453'ten itibaren kendisini Roma İmparatorluğu’nun varisi ve Avrupa’daki tek hakiki imparator olarak görmüştür. Kuşatmadan birkaç gün sonra, şehirde yaşayan bir Cenevizli şunları yazmıştı: Özet olarak İstanbul’un fethinden sonra öyle pervasız bir hale geldi ki kendini bütün dünyanın efendisi olarak görüyor ve iki yıla kalmadan Roma’ya varacağına dair herkesin önünde yemin ediyordu.

Avrupa ve Roma bir yayılma alanı olarak Osmanlıları Orta Asya ya da Kafkaslar’daki ana dili Türkçe olan bölgelerden daha çok ilgilendiriyordu. Dünya mülkü için Türkler'in kullandığı metafor Kızıl Elma idi. 1453 yılında önce Kızıl Elma’nın Ayasofya’nın önündeki dev İmparator Jüstinyen heykelinin sağ elinde bulunan küre olduğuna inanılırdı. Heykelin yıkılmasıyla birlikte küre batıya hareket ederek Osmanlı’nın yeni hedefini simgelemeye başladı: 

“O hedef  Roma kenti idi. II. Mehmet’in üç kuşak sonraki torunu Muhteşem Süleyman’ın ağzından “Roma’ya! Roma’ya!” nidası hiç eksik olmazdı.” 

Bu övgülerin ve inkâr edilmez gerçeğin tamamı; “Konstantinopolis - Dünyanın Arzuladığı Şehir 1453-1924” adlı kitabın yazarı Phlip Mansel’e aittir. 

Kısacası: Bugün 29 Mayıs 2018 Salı yani İstanbul’un fethinin 565 yılı; fetih öncesinde ve esnasında  “Letüftehanne’l Kostantıniyyete, ve le ni’mel emrü zâlike’l emr, ve le ni’mel ceyşü zâlike’l ceyş” yani İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, o ordu ne güzel ordudur.” Hadis-i şerifini söyleyen Hazreti Muhammed (A.S.)’e inanarak İstanbul’u alıp bizlere hediye eden, binlerce şehitlerimize ve Fatih Sultan Mehmet’e rahmetler olsun.