Anamız, bacımız, yarimiz…

Nazım’ın dediğine göre;

“Yeri sofrada öküzümüzden sonra gelenimiz!”

Dünya Kadınlar Gününü, bütün kadınlarımız nezdinde kutluyor ve kendi adıma düşen bir pay varsa, bugün onlardan özür dileyerek sözlerime başlamak istiyorum.

Özürüm neden mi?

Niçin kadın hakları alanında daha iyi bir yerde değiliz?

Ve biz neden daha iyi mücadele edememişiz?

Ve hala, neden bu ülke çocuk gelinler doğuruyor bağrından; ve niçin hala kadınlarımız iş yaşamında eziliyor; daha da ötesi aile içinde şiddetin hedefi neden hala kadınlarımız oluyor?

Ve bir şey daha:

Niçin hala kadını bir beden olarak görüyor; niçin hep ondan yararlanarak ve kadının bedeni üzerine sömürü kültürü oluşturmuş olan “hayvanlar” (-Bunu derken de hayvanlardan özür diliyorum, söz mecazidir) bu ülkede oldukça fazla? Niçin töre cinayetleri her gün gazetelerimizde hala boy gösteriyor? Niçin kadın hala alınıp satılıyor ve daha da önemlisi; hala bugün kadın neden hala eğitimden, kamu yaşamından dışlanıyor ve dört duvar arasına kapanmaya zorlanıyor?

Ne adına olursa olsun; bütün istibdat, baskı, şiddet rejimlerinin olduğu yerde, önce kadınlar ezilir.

Rahmetli dedemin babasının bir sözü vardı:

“Kadın susuz bir kuyu gibidir. Gelen de taş atmak ister, gitmek de…”

Ve şu erkeklerimizin, sözüm ona pek çoğu toplumda en yüksek yerlere gelmiş; ama hala hayata bilmem neresiyle bakıyor ve oradan bakarken de kadına kirli bir el her an kara sürmeye hazır bir halde..

Atatürk Döneminde kadın hakları konusunda o denli büyük adımlar atılmıştı ki; Fransa Başbakanı Mösyö Herriot Türkiye’ye geldiği zaman şaşkınlık içinde kalmıştı. Atatürk’le karşılaştığında Çankaya’da; “Paşa, Paşa; sana ben ne söyleyeyim!” diyerek söze başlamış ve bu kadar köklü değişikliği bir toplumda nasıl başarabildiğine şaşkınlığını gizleyememişti.

Çünkü o yoksul Türkiye kadının aile içinde eşitliğini sağlayan yasaları sağlarken, öte yandan da ona seçme ve seçilme hakkı verilme yolunda adımlar atıyordu. Ve pek çok batılı, aydınlanmayı yaşamış ülkelerde bu haklar konusunda adım atılmamıştı.

Atatürk buydu.

Ya şimdi?

Sözde demokratlık adına, atılan adımların pek çoğu, kadını iş, kamu ve gündelik yaşamın dışına itmeye dönük… Kadının bedeni, hatta saçının teli üzerinden sapkın görüşler dile getirilerek, siyaset yapılıyor. Ve kadınlığımız; daha aydın, daha ileri, daha toplumun sorunlarıyla ilgili; ve daha çok günün ve yaşamın içinde olması gerekirken, bir erkeğe katıksız iteat kültürü içinde, tek tek bırakın kadın haklarını, insan hakları elinden alınmaya çalışılıyor…

Erkek egemen kültür, hoyratça, kadının doğası üzerinde hakimiyetini kalıcı kılmak için uğraş veriyor…

Ve ne yazık ki; kadınlarımızın önemli bir bölümü de; bu sinsi oyunların taraftarı olurken, kurbanı olduğunun farkında bile bulunmuyor.

Sorun temelde insanın özgürlüğü, ardından da kadının özgürlüğünün sağlanmasıdır…

Bu özgürleşme, yozlaşma olarak algılanmamalı; aydınlanma kültürünün getirdiği değerler dizgesi içinde, kadının insan olmaktan kaynaklanan en temel hakların elde edilmesi ve erkek karşısında kadının, kendini savunacak reflekslerini geliştirme ve bedeni ve ruhu üzerindeki sömürüye son verme gücünü geliştirmesi olacaktır.

Atatürk bir sözünde şöyle demişti:

“Bir toplum kadın ve erkeklerden meydana gelir. Toplumun bir kesimi alsın başını göklere çıksın, öteki yerlerde sürünsün; böyle bir toplum ileri, uygar bir toplum olabilir mi?”

Ve Namık Kemal’in şu dizesini sık sık tekrarlardı:

“Elbet düşerse kadın, alçalır beşer”…

Beşer; yani insanlık…

Kadınlığımızın bugün içinde bulunduğu koşullara razı olabilir miyiz?

Hayır, kesinlikle hayır…

Çok, daha önümüzde gerçekten çok yol var…

Yine de ben; bütün kadınlarımızın dünya kadınlar gününü kutluyor, onlara nice saadetler, esenlikler ve gönençler diliyor; analarımızın, bacılarımızın, kardeşlerimizin, arkadaşlarımızın, hiç tanımadığımız bütün kadınlık camiasının ve sevdiklerimizin önünde saygıyla eğiliyorum…