Dini lâyıkı şekilde anlamamak, Türk dilinin mahiyet, keyfiyet ve arzettiği ehemmiyet ve önemi tam olarak idrakten uzak olmak, doğru şekilde algılayamamak, hele tarihi; kuru mâlûmat düzeyinden çıkararak ilim ve hikmet seviyesine yükseltememek; Türkiye aydın ve düşünürlerinin kasıtsız olarak ihmal ettikleri, farkında olmadıkları büyük bir eksikliktir.

     İşte bu durum; kısaca malûmatın, dağınık ve mücerret / soyut bilgilerin ilim olmadığının resmidir. Hâdise ve olaylar karşısında bocalayışımızın ve ciddî bir karara varamayışımızın tesbit ve teşhiste isabet edemeyişimizin de, sebeplerinden başta gelenleridir. 

     Aynı noksanların son asırlarda mebzûl / bol bulunuşu; onlardan yeteri kadar ibret almayışın acı tablolarıyla -bugün de- yazık ki, karşı karşıyayız. Zaten bu yüzden değil midir ki, tarihi tekerrür ettiriyor / tekrarlatıyoruz. Oysa, ibret alınsaydı tekerrür eder miydi?

     “Bir zamanlar, üç kıt’aya hâkim olan, herkesi korkutan, yahut herkesi müesseselerine (kurum ve kuruluşlarına), idare tarzına, tekniğine hayran bırakan, Avrupa ve Asya’nın ortasında olduğu için kara ve deniz hâkimiyetini ve ticaretini elinde tutan Osmanlı İmparatorluğu acaba neden, önce durakladı, sonra geriledi, parçalandı ve yıkıldı?...Bunun cevabı hem çok uzundur, hem de zannedildiğinden daha muğlak (daha karışık) ve girifttir (çapraşıktır). Cemiyet hâdiseleri, öyle birkaç sebep ve netice ile izah edilecek kadar basit değildir..” (Türk Siyasî Tarihi, Tahsin Ünal, İstanbul-1974 s. 13)

     “İlmî mansıpların (yüksek dereceli memuriyetlerin) bile ulema (âlimlerin) evlâtlarına intikal ettirildiği (verildiği) herkesin malûmudur...XVII’nci asırda mülkî (devlete ait) mansıplar (mevki ve makamlar) evlâda intikal ettiği (geçtiği) gibi, ilmî mansıblar da babadan oğula intikal etmeye başladı. Ulemanın beşikteki çocuğuna ilmî rütbeler verilir oldu. Böylece tarihlerimizde ‘Beşik Uleması’ denilen cahil ulema (bilginler) zümresi türedi. Annelerinden âlim doğan (!), okumadan hoca, yazmadan kâtip olan bu adamlar bir araya gelip ilmî mübahaseler (konuşmalar) yaparlardı.” (a.g.e., s. 13, 31)

     Şayet bizler de bugün; liyakate değil de hatır gönüle bakarak mevki ve makamları ehil olmayanlara verirsek; Osmanlı Devleti’nin sona doğru gidişinin ibretli durumuna düşmüş oluruz.

     Eğer bizler de mevki ve makamları; namzet ve adayların liyakatlerine göre değil de, saflarımızda yer alıp almadıklarına göre belirlersek; Osmanlı Devleti’ni çöküş ve yıkıma götüren fecî ve yanlış yola, bizler de düşmüş oluruz.

     “Büyük Türk kitlesi, tek kadın ile evlenmiş ve kadın da...gerek aile içinde evkadınlığı hususunda, gerek hariçte istihsal (üretim) mevzuunda daima faal bir rol oynamıştır. Kadın ile erkeği birbirine bağlayan en büyük ve kuvvetli bağ, ...iffet ve namus ile karakter ve söz idi. Bu hususta bir Amerikalı muharrir (yazar): ‘Türk âile hayatının tarihini tetkik ettim. Türklerin asırlar boyunca imparatorluklar kurarak cihana hâkim olmalarının sebebini, onların sağlam bir aile yuvası kurmalarında aramak icabettiği kanaatine vardım. Gerçi onlar İslâmî bir itikat ile ‘Üçten dokuza şart olsun kadın, ben seni boşadım.’ dediler mi kadınlarını boşayabiliyorlardı. Lâkin karakter sahibi bir Türk erkeğinin ağzından bu bir çift sözü çekip çıkarmak için, iki çift camus lâzımdı.’ diyor.

     “Bu hâl bizim tarihte ne kadar sağlam aile yuvaları kurduğumuzun ve dedelerimizin nasıl bir karakter sahibi insanlar olduğunun en beliğ ifadesidir. Bugün ‘Medenî Kanun’un kuvvetli bağlarına rağmen ayrılma dâvalarının her sene biraz daha arttığını görüyoruz.” (a.g.e., s. 16)

     “İlk devirlerde Osmanlı padişahları, hanedanın mevcut âzaları arasından âdeta intihapla (seçimle) başa geçiriliyordu. Yıldırım Bayezid zamanında bu usûle riayet edilmedi. Fakat Kanunî’nin son zamanına kadar Osmanlı padişahları mevcut kanun ve geleneklere riayet edegelmişlerdir. Son söz padişahta olmakla beraber, XVI’ncı asrın sonuna kadar padişahlar, divanda verilen kararlara riayetten çok defa inhiraf etmemişlerdir (sapmamışlardır). Osmanlı İmparatorluğu, 1300-1400 arasında tâbir câiz ise CUMHURİYET, ...devrini yaşamıştır.” (a.g.e., s. 19-20)

     Osmanlı Devleti bile böyle bir mahiyet arzederken, Bizler TÜRKİYE CUMHURİYETİ’nin vasfını ve kıymetini bilip, daha çok ve daha sıkı bir şekilde, MECLİSLİ CUMHURİYET’imize sımsıkı sarılmalıyız.