Mühendis Doktor Cem Akatay ile Röportaj

Atom, nano, katalizör... 

Bu bilimsel terimler mühendisliğe yakın, günlük dile biraz uzak olsa da hayatımızın birer parçası. Bu haftaki röportaj ABD’de doktorasını yapmış ve yine burada iş bulmuş başarılı bir mühendis Cem Akatay'la. Aslında O işi bulmamış deyim yerindeyse iş onu bulmuş. Türkiye'de Sabancı Üniversitesi'nde Malzeme Bilimi ve Mühendisliği bölümünü okumuş Akatay. Sonrasında gene aynı alanda doktora yapmak üzere Amerika’nın yolunu tutmuş. Mezuniyetine altı ay kala dünyanın köklü petrokimya firmalarından Honeywell’e bağlı Universal Oil Products (UOP) tarafından deyim yerindeyse “keşfedilmiş”. Ve şimdi dünyanın dört bir yanındaki petrokimya tesisleri ve rafinerilerindeki katalizör malzemeleri onun nano tezgahında “teşhis” ediliyor. 

Peki ABD’de nasıl doktora yapılır? Doktora sonrası iş bulmak kolay mıdır? Yasal çalışma izinleri nasıl alınır? Tüm bu soruların cevaplarını ve daha fazlasını almak üzere Cem Akatay'la Chicago'da biraraya geldik...

Öncelikle Doktora okumak için neden ABD’ye geldin? 

Doktora yapmaya nasıl karar verdiğimin cevabı lisans eğitimimde yatıyor. Lisans diplomamı Sabancı Üniversitesi’nden aldım. Orada çok takdir ettiğim bir düzen var. Öğrenciler ders programlarını ilgi alanlarına göre kendileri oluşturuyor, bu da mezun olduğunuzda alacağınız diplomanın ne diploması olacağına sizin karar vermeniz anlamına geliyor. Şöyle ki, iki sene boyunca aldığınız derslere, yaptığınız projelere göre neyi sevip sevemeyeceğinizi, neye yatkın olup olmadığınıza kendiniz karar verip, ona göre programınızı seçebiliyorsunuz. Sabancı Üniversitesi’nde bölüm ya da departman yerine program demeyi tercih ediyorlar. Çünkü her program aslında kişiye özel bölümler arası bir üniversite eğitimi sunuyor. Bu şekilde iki senelik kendimi ve var olan programları tanıma sonucunda, Malzeme Bilimi ve Mühendisliği alanında karar kıldım. Hedef AR-GE olunca, yol da ister istemez doktoradan geçiyor. Doktora için ille de Amerika olsun diye bir tercihim olmadı. Avrupa’daki başlıca okullara da başvurdum ve bazı master programlarına kabul aldım. Ancak Amerika’da Purdue Üniversitesi’nden doğrudan doktora programına kabul alınca, rotamı da o yöne çevirdim.

Malzeme Bilimi pek adı duyulmuş bir bölüm değil. Bu bölümü tercih etmende neler rol oynadı? Ailenden ya da arkadaşlarından nasıl tepkiler aldın?

Türkiye’de bölüm tercihleri daha çok yerleştirme sınavından aldığınız puanın yettiği en popüler mesleğe göre oluyor. Sınavda aldığım puana göre çok daha popüler bir bölüm seçebilecekken, puanı düşük bir bölümde karar kılmam çevremdekileri haliyle biraz şaşırttı. Açıkçası, üniversitede ikinci senenin sonuna gelirken kendi yönelimim Elektronik Mühendisliği ile Malzeme Bilimi ve Mühendisliği arasındaydı ve nihai kararı verirken Elektronik Bölümü’nün daha yüksek puanlı olması bölüm seçme konusunda tamamen özgür olmama rağmen aklımı çelmedi değil. Lise yıllarından beri idealim araştırma-geliştirme (AR-GE) anlamında çalışabileceğim bir alanda konumlanmaktı. Seçimimi yaparken TÜBİTAK’ın belirli alanlar için yayınladığı 2023 yılı hedefleri kılavuzunu okuduğumu hatırlıyorum. Malzeme teknolojileri ile ilgili koydukları hedefleri kendime daha yakın hissedip, bu alanda ilerlemeyi tercih ettim. 

Türkiye’de lisans okudun burada direkt doktoraya geldin. Zorlandığın oldu mu?

Lisans sonrası doğrudan doktoraya başlamak kulağa biraz ürkütücü gelse de, Amerika’da dahil olduğum doktora programı ona uygun tasarlandığı için teknik anlamda pek bir zorluk yaşadığımı söyleyemem. Bu noktada gerek Sabancı Üniversitesi’de aldığım eğitimim, gerekse de İngilizce diline olan hakimiyetimin büyük oranda yardımcı olduğunu belirtmeliyim. Asıl zorluk açıkçası Amerika’dan doktoraya kabul almaktaydı. Başvurduğum yedi okuldan sadece birisi beni kabul etti. Bunun arka planınında, Purdue Üniversitesi’nde Malzeme bölümünün seçim komitesindeki bir profesörün, benim lisans tez hocam Prof. Mehmet Ali Gülgün’ü tanıyor olmasının yattığını düşünüyorum. Çünkü Amerika’da okullar yurtdışından, bilhassa Çin ve Hindistan’dan inanılmaz yoğunlukta başvuru alıyorlar. Benim gözlemlediğim, böyle bir başvuru doygunluğunda, karar komitelerindeki kişiler riske girmek yerine daha önce öğrenci aldıkları okullara, profesörlere ve araştırma gruplarına öncelik veriyorlar.

Doktoradan  sonra iş arama süreci nasıl oluyor bahseder misin? Şu an çalıştığın işi nasıl buldun?

Açıkçası iş beni buldu diyebilirim. Ben doktora sonrası akademik alanda çalışmalarıma devam etmeyi düşünüyordum. Onun için de, üniversitelerde ya da ulusal laboratuarlarda post-doktora pozisyonlarına bakıyordum. Mezun olmadan altı ay önce doktora sırasında yaptığım araştırmaları sunmak üzere katıldığım bir konferansta, Honeywell’e bağlı Universal Oil Products (UOP) adlı şirkette çalışan bir araştırmacı yaptığım sunumun ilgisini çektiğini söyledi ve beni ertesi gün diğer iş arkadaşlarına tanıtmak için öğlen yemeğine çağırdı. O öğlen yemeği benim ilk iş mülakatım olmuş oldu. Sonrasında ilki insan kaynaklarından davranış biçimlerini ölçen, diğeri de AR-GE departmanından teknik yeterliliği ölçen iki telefon mülakatından sonra, şirketin kampüsündeki nihai mülakata katılmaya hak kazandım. Bu son mülakatta doktora boyunca yaptığım araştırmaları anlatıp, sonunda da teknik bir panelin sorularını cevaplamaya çalıştım. Panel gerçekten zorlayıcı sorularla beni terletti diyebilirim, çünkü savunma panelinde doktoradan daha çok zorlandım. Ama panel mülakatı iyi geçmiş olacak ki, şirket bana teklifte bulundu ve akademi yolunda ilerlerken kendimi kurumsal bir Amerikan şirketinde buldum.

İdealist bir araştırmacı olarak çıktığın bu yolculukta nasıl oldu da şirkete geçmeyi kabul ettin? Çalıştığın firma hakkında bizi bilgilendirebilir misin?

Çalıştığım şirketi tanımadan önce, endüstriye geçmeyi akademiye ihanet olarak görüyordum. Çünkü akademi de bilim insanlık için yapılıp, düzenli yayınlarla insanlığın kollektif bilgi dağarcığına ekleniyor. Endüstride ise, yapılan araştırmalar şirketin kendi bünyesinde kalıp, ancak karlılığı olan bir ürüne dönüştükten sonra topluma yansıyabiliyor. Bu bakış açısı genel hatlarıyla çoğu akademik ve endüstriyel AR-GE için geçerli olsa da, bu şirketi araştırdığımda şunu fark ettim ki; endüstride yapılan buluşlar da, insanlığa ciddi anlamda katma değer katabiliyor. Buna en güzel örnek şirketin kuruluş mayası olan buluş. Şirketin kurucularından Jesse Adams Dubbs, 1909 yılında ham petrolü araçlarda kullanılabilecek yakıtlara çevirmenin daha verimli bir yolunu buluyor. Bu buluş ham petrolün dönüştürülmesinde enerji verimliliğini arttırdığı gibi, aynı zamanda binek otomobillerin yaygınlaşmasına da öncülük etmiş oluyor. Şirket bu yöntemi patentleyip, kullanım hakkını petrol şirketlerine satarak 1914’te resmi olarak kuruluyor. O gün bugündür, şirketin çalışma prensibi hiç değişmiyor. Teknik üstünlüğünü kullanıp yaptığı buluşların kullanım hakkını büyük petrol firmalarına pazarlamak. Bu açıdan bakınca bu firmanın yegane varlığı AR-GE’ye bağlı. Bu yüzden firma, bir çok üniversitede olmayan araştırma imkanlarına sahip ve AR-GE çalışmalarını başarılıyla ürünlere dönüştürebiliyor. Günümüze gelecek olursak, tüm dünyada kullanılan benzinin %60’ı ve çevreye duyarlı geri dönüşebilen deterjanların %90’ı, UOP’nin patentlediği yöntemlerle üretiliyor. AR-GE’ye verdiği önem ve bunu başarıyla hayata geçirebilmesi beni bu şirkete çeken ana etkenlerden oldu.

Senin firmada görevin ne, kendi çalışmalarından bahsedebilir misin?

Şirketin geliştirdiği metotların çoğunda özenle dizayn edilmiş teknolojik malzemeler kullanılıyor. Ham petrolün işlenip farklı ürünlere çevirilmesinde katalizör dediğimiz işlemin verimliliğini arttıran ya da kirli atık suların arıtılmasında adsorban dediğimiz emici malzemeler kullanılıyor. Bu malzemelerin çoğu metrenin milyarda biri boyutunda etken yapılara sahipler. Bu öyle ufak bir boyut ki, saç telinin on binde birine tekabül ediyor. Bu yapıların anlaşılması ve analizi yeni ürünler geliştirmede hayati önem taşıyor. Benim şirketteki görevim nano-boyuttaki malzemelerin yapılarını anlayıp ona göre yeni malzemelerin yapılma sürecine katkıda bulunmak. Bu analizi yapabilmek için geçirgen elektron mikroskobu denilen ve malzemeleri atomik düzeyde görüntülemeye yarayan bir cihazı kullanıyorum. Başkanlığı döneminde Barack Obama da, benzer bir mikroskopta görüntü vermişti. Bu mikroskopların fiyatları, milyon dolarlarla ölçülüyor. Masrafı yüksek de olsa, bu cihazdan elde edilen bilgilerin şirkete katma değeri bunu kat kat karşılıyor. Benim yaptığım da nano-boyutta malzemeleri inceleyerek o katma değeri ortaya çıkarmak. 

Öğrenci vizesi F1 varken çalışma izni H1’e mi çevirdin. Bu süreç nasıl ilerliyor?

Doktora yapmak üzere Amerika’ya gelebilmek için öğrenci vizesi almam gerekmişti. İki tarz öğrenci vizesi var. Eğer doktora eğitim ücretinizi doktorayı yaptığınız okul karşılıyorsa bu durumda F-1 vizesi alabiliyorsunuz. Yok eğer eğitim ücretinizi MEB burslularında olduğu gibi devlet ya da benzeri bir kurum sponsor ediyorsa J-1 türünde vize alabiliyorsunuz. Bu iki vize türünde de, Amerika’daki eğitiminizle ilgili bir alanda belirli bir süre çalışmanıza izin veriliyor. Bu çalışma süreci eğitim sırasında staj tarzı olabileceği gibi, diplomayı aldıktan sonra profesyonel anlamda bir iş pozisyonu şeklinde de olabiliyor. Bu şekilde çalışma döneminin adı “Optional Practical Training (OPT)” yani tercihe bağlı uygulamalı çalışma diye geçiyor. J-1 vizesinde sponsorluk anlaşmasına bağlı olarak, vatandaşı olduğunuz ülkeye belirli bir süre dönüp çalışmak gibi şartlar da olabiliyor. Ben F-1 vizesi ile geldiğimden benim durumumda böyle bir kısıtlama olmadı. Mezuniyeti müteakip OPT ile 12 aya kadar çalışma izni alabildim. Bu 12 ay içerisinde de, şirket beni daha uzun süre geçerli olan H-1B yani çalışma vize türüne geçirdi. H-1B başvurusu bir Amerikan şirketinin sponsorluğunda yapılmak zorunda. Bazı firmalar bu şekilde uluslararası çalışan alımına pek sıcak bakmıyor. Bu da, yurt dışından gelip Amerika’da çalışmayı düşünenlerin seçeneklerini ciddi anlamda azaltıyor. 

İleride Türkiye’de yaşamak isityor musun? Burada UOP Honeywell’de çalışıyorsun Türkiye’de hangi alan ve şirketler var?

Evet, uzun vadede kendimi Türkiye’de hayal ediyorum. Amerika’da gerek üniversitede gerekse de endüstride araştırma-geliştirme projelerinde çalıştım ve her iki ortamda da bilimsel çalışmaların katma-değer veren ürünlere dönüşme sürecine tanık oldum. Bu epeyce emek ve sabır isteyen bir süreç olsa da, günümüz dünyasında ayakta kalabilmek için bilgiyi üretebilmek ve onu katma-değer veren uygulamalara geçirebilmek şart. Ülkemizde son senelerde AR-GE’ye ayrılan bütçedeki artış ve gençlerimizdeki farkındalık umut verici. İlerleyen yıllarda yurda dönüp, Amerika’da edindiğim tecrübe ve becerileri ülkemizin teknolojik atılımını sağlayacak projelerde kullanmayı çok isterim. Bununla ilgili üniversitelerde güzel atılımlar olduğu gibi, gözlemleyebildiğim kadarıyla özel sektörde de ciddi bir farkındalık söz konusu.

İş dışında neler yapıyorsun?

Eşimle birlikte havadan fotoğrafçılık ve video üzerine çalışmalarımız oluyor. Ufak bir drone’umuz var ve gezdiğimiz yerleri havadan görüntülemek, gezme deneyimimize bambaşka bir açı katıyor. Bu şekilde kayıt ettiğimiz görüntüleri YouTube ve Instagram üzerinden yayınlayıp, geniş kitlelerle paylaşıyoruz. Merak edenler bizi “Fly With Us” olarak arayabilir.


Röportaj: Anıl Sural

www.twitter.com/AnilSural

Fotoğraf: Rona Doğan