Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığında Müftü ve Müfettiş Olarak Çalıştıktan Sonra Emekli Olan 

Dr. ABDÜLKADİR SEZGİN ile Röportajın Üçüncü ve Son Bölümünde; KIZILBAŞLAR, BEKTÂŞÎLER VE ÂŞIK VEYSEL Hakkında Konuştuk. 

Oğuz Çetinoğlu: Alevîlikle bir arada anılan  ‘Kızılbaş’ kavramı nereden geliyor?

Dr. Abdülkadir Sezgin: Kızılbaş kelimesinin, Hz. Ali'nin savaşırken başına kırmızı bir şey sararak çıktığı, o sebeple de ‘şu kızılbaş yine çıktı’ gibi algılamalardan bahsedenler vardır. Bu doğru değildir. Arapça'da ‘Kızılbaş’ anlamında bir tek kelime bile yoktur.

Kızılbaş kelimesi Türkçedir. Kaynağının da ‘Akbaş, karabaş, bozbaş, kızılbaş..’ gibi başa giyilen başlıklarla ortaya çıkmış deyimler; kelimelerdir.

Çetinoğlu: Bâzı câhil, kötü niyetli insanların ‘Kızılbaş’ kelimesine, iftira ve hatta ‘küfür’ şeklinde bir mânâ yükledikleri biliniyor. Bilenler biliyorlar: yüklenen bu mânânın hakîkatle bir alâkası yok. Câhilleri aydınlatacak, onları yanlış düşünmekten vazgeçirecek bir açıklama rica etsem…

Dr. Sezgin: Eğitimin gelişmediği, medeniyetin anlaşılmadığı dönemlerde iletişimin de yetersiz olduğunu; haberleşmenin sâdece mektupla yapıldığını hatırlayınca, câhillerin yakından tanımadıkları hakkında hangi yakıştırmaları, hangi gerekçelerle uydurdukları bilinmiyor.

Sanki kendisi aydın, medenî, okumuş, Allame olmuş bir insan imiş de karşı köydekiler oturup kalkmayı, doğru - dürüst konuşmayı bile bilmeyen kara câhillermiş gibi davrananların olduğu yıllarda, hayâlî olarak üretilen sonradan ürettiklerini doğru zannederek, kendi soyundan ve kendi dininden olan insanlara çamur atanlar olduğunu biliyoruz.

Cumhuriyetin açtığı okullar, yetişen öğrenciler, öğretmenler ve diğerleri kurumları ile halkın çağın insanı olma yolundaki gelişmeleriyle gericilikten kurtulduğunu da biliyoruz.

Tarikatların kapatılması sonrasında, ‘yaygın halk eğitimi kurumları’ açılabilmiş olsaydı, bugün dünyaya ışık veren aydınlatan; ekonomide, kalkınmada ve uzay çalışmalarında en önde biz olabilirdik.

Bunu başaramadık. Bu güne kadar da böyle bir kurumu kimse hatırlamadı.

Câhilliğin, yozlaşmanın ve yobazlığın getirdiği nokta hâlâ aramızda itibarını koruyor.

Çetinoğlu: Bektaşîler hakkında bilgi verir misiniz?  

Dr. Sezgin: Osmanlı Ordusunun ‘düzenli ordu’ hâline gelmesi ile birlikte, o dönemin kültür değerleri olarak ‘Pirsiz meslek haramdır’ anlayışı, askerlerin psikolojik motivasyonu ve benzer sebeplerle Hacıbektaş Veli zamanında ve muhtemelen Sultan Orhan devrinde yeni kurulan düzenli ordunun yeni elbiseleri (üniforma) ile Hacıbektaş Veli'ye götürülmesi ve kendisinden ‘hayır dua’ alınması ile başlayan ‘Yeniçeri’lerin kahramanlıkları ile bu yol, adını bütün dünyaya kısa sürede duyurdu.

1510 yılı sonu ve 1511 yılının ilk aylarında meydana gelen Safevi (İran) Devleti kaynaklı Şahkulu Tekelü Baba İsyanı, Osmanlı devletini yeni ve çok yönlü tedbirler almak mecburiyetinde bıraktı.

Osmanlı kültürünün önemli bir kısmını da oluşturan Hacıbektaş Veli Yolu'nun, ‘şehirli kolu’ olarak Bektâşîliğin Balım Sultan tarafından kurulması da bu tedbirler arasında, Sultan 2. Beyazıt tarafından hayata geçirildi.

‘Velî Padişah’ olarak da bilinen Sultan 2. Beyazıd, Balım Sultan tarafından kurulmuş olan Bektâşîliğin ilk dervişleri arasına adını yazdırdı.

İşte bu tarihten sonra ‘Hacıbektaş Veli Yolu’nun şehirli olan koluna ‘Bektaşîlik’, yola mensup olanlar da ‘Bektaşî’ olarak anılmaya başlandı.

Yeniçeriler arasında Bektâşî ve Bektaşîlik deyimleri zaten kullanılmaktaydı. ‘66. Yeniçeri Ortası’nda ‘Hacı Bektaş Veli Yolu’nu temsilen bir ‘Bektaşî Halife Babası’ bulunurdu.

1826 yılına kadar ‘Kızılbaş’ köylü, konar-göçe ve ‘Bektaşî’ aynı yolun şehirli kollarının isimlerini ifâde etti.

Her iki kolun bağlı olduğu Hacıbektaş Veli Yolu'nun şehirli kolunun ‘Dergâh’ ve ‘Zâviye’leri vardı. Bu dergâh sayıları incelendiğinde Bursa'da iki yüz kadar, İstanbul'da ise, daha fazla sayıda Bektaşî Dergâh ve Zâviyeleri vardı.

Adına ister ‘Kızılbaşlık’, ister ‘Alevîlik’ diyelim bildiğimiz mevcut yapı bizde doğmuş, bizde yaşamış ve yüzde yüz bize ait bir kültürdür. 

Çetinoğlu: Alevîlik bizde doğmuş, bizde yaşamış ve yüzde yüz bize ait bir kültürdür’ dediniz. Bu sözünüzü, ‘Türk olmayan Alevî yoktur’, ‘Alevîlik; din değildir, mezhep değildir, kültürdür, inancını yaşama biçimidir ’ şeklinde kesin bir kalıp içerisine koyabilir miyiz?

Dr. Sezgin: Elbette… Kızılbaşlık da, Bektâşîlik de yüzde yüz bize ait bir kültürdür. Türk boy adları olan mahallî adlar ‘Sıraç’, ‘Barak’, ‘Çepni’, ‘Türkmen’, ‘Tahtacı’ ve benzeri isimler de aynı anlamda kullanılmaya devam etmektedir.

Hem Bektâşîlik, hem de Kızılbaşlık (tekrar ediyorum) yüzde yüz bize ait; yıllarca devletimize hizmet vermiş kurumlardır.

Bu kurumları el yordamı ile tâkip eden, geçmişe ait orijinal belge okuyamayan; tarihten habersiz, kulaktan duyduğu üç beş hikâyeyi doğru zanneden câhillerin elinde kalmış yalan yanlış bilgilere itibar edilmemelidir.

Bugün ‘Alevîlik’ adı ile şöhret yapılmış inanç veya kültür bir din değildir. Kendisini Alevî sayan insanımız yüzde yüz Türk ve Müslüman insanlardır. Benden veya bizden ayrı bir mezhebe de bağlı değildirler.

Bu ‘yol ve erkân’ tam tamına bir tarikattır. Hani Yunus Emre diyor ya:

Şeriat, Tarikat yoldur varana 

Marifet, Hakikat, andan içeru

Elbette Tarikatların ürettikleri kültürler de vardır. O ayrı bir şeydir.

Tarikat, Müslümanın yüksek bilgi, beceri ile uzun ve ince bir yolda akılla elde edilebilen yüksek duygularla bulunup yaşanacak bir kemâl hâli olmalıdır.

Çetinoğlu: ‘Alevî Kürtler’ veya ‘Kürt Alevîler’ isimlendirmesi yanlış mı? Basın’da; ‘Irak’ta Alevî Kürtler, Sünnî Kürtler’ olduğuna dâir ifâdeler yer alıyor. Bu yanlışlık nereden kaynaklanıyor?

Dr. Sezgin: Ülkemizdeki Kürt dediğimiz vatandaş ve arkadaşlarımız ‘Kirmançı’ denilen bir dil ile konuşurlar. Kültür tarihi incelendiğinde, Kirmanlı'ların dili anlamındadır. Kirmanlı Beyliği ve Devleti Türklere aitti. Onlarla şimdi yaşayan ve Kirmançı konuşanların ilgisi var mıydı, bilemiyoruz.

Kırşehir, Ankara, Yozgat gibi yerlerde yaşayanlar yaygın olarak Hanefi mezhebindedir. Güneydoğu'da yaşayıp da ‘Kürdüm’ diyenlerin önemli bir kısmı Şafii mezhebindedir.

Alevîyim, Kürd'üm diyenler içinde, şahsen tanıdıklarımın tamamı Hanefi idi. Hem Alevî, hem de Şafii olanına rastlamadım.

Ayrıca ülkemizde bulunan Şia'nın Caferi mezhebine mensup olan Müslümanların da Türk, Türkmen olduklarını biliyoruz.

Çetinoğlu: ‘Kürt Alevî’ olamayacağı, onların Ermeni oldukları, aslını gizlemek maksadıyla ‘Kürt Alevî’ etiketini kullandıkları iddia ediliyor. Bu iddialar sizce doğru mu?

Dr. Sezgin: Bu tür iddiaları ciddiye almamak lazım. Birlikte yaşadığımız insanlardan düşman üretmeye ihtiyacı olan mı var? Ayıptır. İnsanın soyu, dini, yaşayışı lüzumsuz şekilde irdelenmemelidir.

Türk devleti, kurulurken sâdece Türklerden bir devlet kuralım, diyen kimse yoktur. Farklı kültürlere mensup insanlarla birlikte yaşamanın son derece önemli üretim tarzları, farklılıkların meydana getirdiği rüzgâr, toplumun refahını artırıcı gücü de dikkate alınarak, birlikte yaşamaya son derece önem verilmiştir.

Atalarımız, Şeytana tapana da, puta tapana da, ateşe ve güneşe tapana da saygı göstermiş; huzur içinde yaşamalarına önem vermiştir. Bu sebeple Türk devletlerini saygıyla, şükranla anmalıyız.

12 Eylül sonrasındaki baskılar sebebiyle Mardin'deki ‘Süryâni Kadim Patrikhanesi’nin ülkemizden ayrılarak Hindistan'a taşınması, ülkemizin hayrına olmamıştır. Önemli bir kayıp sayılmalıdır.

Çetinoğlu: Tekke, dergâh ve zâviyelerin kapatılması meselesi enine boyuna tartışılması gereken bir meseledir. Denilebilir ki kapatmak yerine ıslah etmek daha uygun olurdu. 

Ülkemizde tek tip Alevîliğin olmadığı biliyor. Sağduyu sâhipleri, Âşık Veysel kıvamındaki Alevîlerin çoğalmasını arzu ediyor. 

Âşık Veysel’in Alevîliğini yorumlamak suretiyle röportajımızı tamamlayabilir miyiz?

Dr. Sezgin: Ben Âşık Veysel'i tanıdığımda (1969), ‘Türkiye Aşıklar Cemiyeti’ adıyla bir derneğimiz vardı. Maraşlı Âşık Hüdai, Tokat Almuslu Âşık Selmanî, Tekirdağlı Âşık Zülfikar Divanî de kurucu üyelerimizdendi. Başkanımız Âşık Hüdai, ben de yardımcısı idim.

Âşık Veysel, İstanbul'a geldiğinde Sirkeci'den valiliğe çıkan caddedeki Meserret Otelinde kalırdı. Çok değerli, son derece aklı başında, iyi bir Müslüman ve çok çok şuurlu Türk idi.

Türk ve Müslümanlığını her vesile ile ortaya koymuş, kimseden çekinmemiş bir insandı.

1971'e gelirken Kapalı Spor salonunda aşırı sola mensup insanların yaptığı toplantıda Âşık Veysel de vardı.

Aşırı sol sloganlarla yıkılacak gibi olan salonda, sıra Âşık Veysel'e geldiğinde, sahnede sazına meşhur vuruşuyla dokunduktan sonra, şunları söylüyor:

‘- Canlar beni dinleyin: Allah'a inanmayan adamdan âşık olmaz! Bunu unutmayın!’

Sesler kesiliyor, Âşık Veysel alkışlanırken, mikrofonu eline alan birilerinin Veysel'e dokunan sözlerine, Veysel Baba cevap bile vermiyor.

Ertesi gün Âşık Hüdai ile buluştuğumuzda olayı O'ndan dinliyorum. Âşık Veysel şöyle diyor:

Aslım Türk'tür; Elhamdülillah Müslüman

Şükür, Amentüye etmişiz iman

Çetinoğlu: Teşekkür ederim efendim.

ÂŞIK VEYSEL’DEN İKİ ŞİİR

HEPİSENLİK – BENLİK NEDİR? 

Allah birdir Peygamber Hak 

Rabbül âlemindir mutlak 

Senlik benlik nedir bırak  

Söyleyim geldi sırası

Kürt’ü Türk’ü ne Çerkez’i 

Hep Âdemin oğlu kızı

Beraberce şehit gazi   

Yanlış var mı ve neresi

Kuran’a bak İncil’e bak   

Dört kitabın dördü de hak 

Hakir görüp ırk ayırmak

Hakikatte yüz karası

Binbir ismin birinden tut

Senlik benlik nedir sil at

Tuttuğun yola doğru git 

Yoldan çıkıp olma asi

Yezit nedir, ne Kızılbaş

Değil miyiz hep bir kardaş

Bizi yakar bizim ataş

Söndürmektir tek çaresi

Kişi ne çeker dilinden

Hem belinden, hem elinden

Hayır ve şer emelinden

Hakikat bunun burası

Şu âlemi yaratan bir 

Odur külli şeye kadir

Alevi Sünnilik nedir

Menfaattir varvarası        

Cümle canlı hep topraktan

Var olmuştur emir Haktan

Rahmet dile sen Allah’tan

Tükenmez rahmet deryâsı

Veysel sapma sağa sola  

Sen Allah’tan birlik dile

İkilikten gelir bela 

Dâvâ insanlık dâvâsı…

BU YURDUN EVLÂTLARIYIZ

Bu nasıl kavgalar çirkin döğüşler 

Hepimiz bu yurdun evlâtlarıyız

Yolumuza engel olur bu işler

Hepimiz bu yurdun evlâtlarıyız

 Birleşiriz bir bayrağın altında 

Biz Türklerin ikilik yok aklında 

Yanar tutuşuruz vatan aşkında

Hepimiz bu yurdun evlâtlarıyız

Hedef alıp dövüştüğün kardeşin 

Seni yaralıyor attığın taşın

Topluma zararlı yersiz savaşın 

Hepimiz bu yurdun evlâtlarıyız

Herkes ilim deryasında yüzüyor 

Çıkmış ayın çevresinde geziyor

Yazık bize yollarımız uzuyor

Hepimiz bu yurdun evlâtlarıyız

 Kitaplar yazılmış nasihat dolu

Birlikte güçlenir gençliğin kolu

Gençliğe emanet Atatürk yolu

Hepimiz bu yurdun evlâtlarıyız

Söyler Veysel sözlerinden vazgeçmez

Bulanık çeşmeden kimse su içmez

Ganadı olmasa kuşlar da uçmaz

Hepimiz bu yurdun evlâtlarıyız

Dr. ABDÜLKADIR SEZGİN     

1948 Yılında Yozgat’ta doğdu. İlköğrenimini Yozgat’ta, orta öğrenimini Yozgat, Ankara ve İstanbul’da tamamladı. 1971 yılında İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nü bitirdi. 1970 yılında İstanbul Şehzade Camii Hatibi olarak başladığı memuriyet hayatında, Müftülük, Vaizlik, İl Müftü Yardımcılığı, Din Bilgisi ve Ahlak Öğretmenliği, Diyanet Yayınevi Müdürlüğü, Başkanlık Merkezinde Uzmanlık, Şube Müdürlüğü, Müfettiş Yardımcılığı, Müfettişlik ve Başmüfettişlik yaptı.

Kasım 2011 de emekli oldu. İstanbul - Eminönü Din Görevlileri Cemiyeti Başkanlığı yaptı. Cumhuriyetin 50. yılında Müftü olarak bulunduğu Tekirdağ Malkara ilçesinde ‘Cumhuriyet Camii’ adıyla bir cami yaptırdı. Trakya bölgesinde ilçede ilk İmam – Hatip Lisesini bu ilçede açtırdı. Yunanistan, AB ve ABD’nin Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması taleplerine karşı, alternatif olarak, eğitim dili Türkçe ve Türk soylu Hıristiyanlar ve diğerlerine hitabedecek şekilde, 1977 yılında; ‘İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde Hıristiyanlık bölümü açılması projesi’ni geliştirdi ve YÖK tarafından 1999 yılında proje ‘Diğer Dinler Bölümü’ adıyla kabul edilerek, açılmaya karar verildi. İstanbul Üniversitesi ve İlahiyat Fakültesi yönetimlerinin ilgisiz ve isteksizliği sebebiyle öğrenci alınmadı ve 2005 yılında öğrencisizlikten kapandı.

Yaklaşık 300 camii bulunan Caferi Türklerin din adamı ihtiyaçlarını karşılamak üzere, Iğdır veya Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde de bir Caferi Bölümü açılmasına dair projenin kabulü için çalışmaları cemaatın ve Diyanet’in muhalefeti sebebiyle açılamadı. 1978 yılında, Seyyid Ahmed Arvasi başkanlığında beş kişi tarafından kurulan Türk Gençlik Vakfı kurucuları arasında yer aldı, hâlen bu vakfın Mütevelli Heyeti üyesidir.      

1987-1991 yılları arasında Prof. Dr. Şaban Karataş başkanlığındaki Ankara Aydınlar Ocağı Yönetim Kurulu üyeliğinde bulundu. 1992-1995 yılları arasında Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de Din Hizmetleri Müşaviri olarak görev yaptı. Bakü Devlet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin açılmasını sağladı ve iki öğretim yılı ‘İlimler Namzedi’ (Doçent) unvanı ile Öğretim üyeliği yaptı. Azerbaycan’da İmam – Hatip Lisesi’ne benzeyen beş adet ‘İlahiyat Temayüllü Lise’nin açılışını sağladı. Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi’nin 1988-2007 yılları arasında Bilim Kurulu Üyesi olarak görev yaptı. Hâlen aynı merkezin danışmanı, İlim Kurulu Üyesi ve ilmî hakem olarak ilişkisi devam ediyor. Emniyet Genel Müdürlüğü hizmet içi eğitim programlarına 1996-2001 yılları arasında beş yıl konferansçı ve öğretim üyesi sıfatıyla katıldı. 

Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Târihi Enstitüsü’nde, ‘Cumhuriyet Döneminde Dinî Hayatın Meselelerinin Târihî Kökenleri’ tezi ile Yüksek lisans yaparak ‘Bilim Uzmanı’ oldu. On ilde, yaklaşık on bin Alevî denek üzerinde araştırma yaptı ve yaklaşık iki bin Alevî köyü gezdi. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde ‘Türkiye’de Alevîlik - Bektaşîlik Üzerine Sosyolojik Bir Araştırma ’ konulu tezi ile de ‘Bilim doktoru ’ oldu. Yayımlanmış ilmî içerikli 12 kitabı ve yüzden fazla makalesi bulunmaktadır. Evli, 3 evlât ve 5 torun sâhibidir.