Yazılarını; İslâmiyet, aynı doğuşta olanların değil, aynı oluşta olanların dinidir cihân-şümûl düşüncesiyle kaleme alan S. Ahmed Arvasî’nin (1932-1988) hemen her konuda söyleyecek sözü vardır. Ben sadece Vatan, Millet, Doğu ve Güney-Doğu Anadolu hakkındaki görüşlerini, bir nebze de olsa dile getirmeye çalışacağım.
     Fakat bazan; görmek işitmekten üstündür hükmünce, yazdıklarından seçtiğim somut örneklerle, fikir ve düşünce ufkunda sizleri biraz gezdirmek istiyorum. Söze önce S. Ahmed Arvasî’nin Balıkesir’li emekli bir öğretmen olan dostu, muhterem Abdullah Önsan Beyefendi’den dinlediği ve Türkler’in Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi’nin keyfiyetini  -hem de bir hristiyan vatandaşımızın samîmî sözleriyle-  gözler önüne seren bir hatırasıyla başlıyorum:
     Balıkesir’li bir Rum olan Klimandros, asırlardan beri Balıkesir’de yaşayan zengin bir Rum ailesinin çocuğuydu. Yüksek tahsilini Sorbon’da yapmış olup, Klemenso’nun  ve Venizelos’un da sınıf arkadaşıydı. “Ben Türk-Rus’um”  der, Türkleri çok sever, onların dostluğuna çok değer verirdi.
     Hristiyan ve Müslüman halkın bir arada ve barış içinde yaşamasını bütün varlığı ile desteklerdi. Müslüman-Türkler’e bilfiil yardım eder, mektep, medrese ve câmi yapılması için para verirdi. Hattâ kendine ait, büyük bir arazi parçasını Türkler’e bu hizmetler için hibe etmişti.
     Derken, Birinci Cihan Savaşı patladı, yenildik. Vatanımız, dört bir yandan işgal edilmeye başlandı. Yunanlılar İzmir’e çıktı. Bu arada Balıkesir de işgal edildi. Can, mal ve ırz emniyeti kalmadı.
     Yunan işgal kuvvetleri komutanı, Klimandros’u çağırtarak, ‘Artık Türk idaresine son verildiğini…eskiden korku belâsından yaptığı yardımları, geri almasının zamanı geldiğini’ söyler.
     Klimandros: “Benden Türkler’e hibe ettiğim toprağı geri almamı, onlara olan yardımlarımı ve alâkamı kesmemi istiyorsunuz. Ben bütün bunları, kendi vicdanımın sesini duyarak yaptım. Ne kimse beni zorladı, ne de ben kimseden korktum.
     “Türk Milleti âlicenâb bir millet. Asırlardır beraber yaşadık. İyilikten, mertlikten başkasını görmedik. Onların zamanında hürriyet ve tam bir emniyet içinde yaşadık. Zengin olduk. Avrupalarda tahsil yaptık. Bizi ne kıskandı, ne de mâni oldular.
     “Onlara ancak, şükran borcum vardır. Bu millet, bana verdiklerini geri istemedi ki, ben ona verdiğim birkaç kuruşla, biraz toprağı geri alayım.” Diyerek onu reddeder.
     Bunun üzerine komutan öfkelenir. Klimandros’u  “Divan-ı Harb”e  vermekle tehdit eder. Bu sefer Klimandros, şu (tarihî) cevabı verir:
     “Türkler’e, hiç de lâyık olmadıkları hâlde zulmediyorsunuz. Ben bu milleti tanırım. Dostluğu da, düşmanlığı da muhteşemdir. Er geç vatanını sizin kanlı pençenizden kurtaracaktır. O zaman yalnız siz değil, sizi alkışlamak gafletini gösterenler de buralarda barınamıyacaklardır. Hattâ o zaman, bana dahi müsamaha edeceklerini sanmam. Bu sebepten burayı terkediyorum.” Bu cevaptan sonra Klimandros, üzülerek, sevdiği Türkiye’yi ve Balıkesir’i bırakıp gider. (S. Ahmed Arvasî, Türk-İslâm Ülküsü I, 6.Baskı, İstanbul-1991 s. 303-305)
     Bir öğretmen arkadaşından dinlediği ve Doğu Mes’elesi’nin, perde arkasında başta ABD ve Batı’lı devletlerin bulunduğunu gösteren, düşündürücü bir hatıra:
     1950’li yıllarda, Doğu Anadolu’da bir İlköğretmen Okulu’nda Türkçe öğretmeni olarak çalışıyordum. Sınıfımıza, her nasılsa, bir idareci ile birlikte, Amerika’lı bir “Barış Gönüllüsü”  de girdi. Barış Gönüllüsü, bir müddet dersimi dinledikten sonra, bir hayli güzel konuştuğu Türkçesi ile benden, öğrencilere bazı sorular sormak için izin istedi. Ben de “buyurun” dedim. Barış Gönüllüsü sınıfları dolduran mâsum Doğu Anadolu çocuklarına, hiç beklemediğim şu soruyu sordu:
     “Çocuklar, siz Türkçe’den başka bir dil biliyor musunuz?”
     Çocuklar cevap verdiler:
     “Şimdilik bilmiyoruz. Ama, okulumuzda İngilizce, Fransızca ve Almanca okutuluyor. Bizler de öğrenmeye çalışıyoruz.”
     Barış Gönüllüsü, sorusunu açmak zorunda kaldı:
     “Öylesi değil. Meselâ siz, evinizde başka bir dil konuşmuyor musunuz?”
     Çocuklar şaşkın:
     “…………………….?”
     Barış Gönüllüsü, artık gizlenmeye gerek duymadı:
     “Canım, meselâ Kürtçe bilmiyor musunuz?”
     Ben, idareci ve öğrenciler iyice şaşırdık. Barış Gönüllüsü riyakâr bir tebessümle zehirli dişlerini göstererek:
     “Niçin şaşırdınız? Kürtçe de bir dil değil mi?”
     S. Ahmed Arvasî, bu nakilden sonra:
     “İşte böyle, herkes bir tarafından tutarak Doğu ve Güney-Doğu Anadolu’muzu bir yerlere çekmek istiyor. Türklük Dünyası’nı ve İslâm Dünyası’nı esir almak ve sömürgeleştirmek için plânlar hazırlanıyor ve savaşlar veriliyor. Evet, uyanık olmak, hem de çok uyanık olmak zamanıdır.” Diyor (S. Ahmed Arvasî, Doğu Anadolu Gerçeği, 2.Baskı Ankara-1988 s. 84-85) ve ilâve ediyor:
     “Doğu Anadolu’da yaşayan kardeşlerimiz, hem müslüman, hem de öz be öz Oğuz çocukları oldukları hâlde, emperyalizmin tahribatı ile  -buna karşı ilmî ve millî tedbirler alınmadığı için-  zorla yabancılaştırılmışlardır. Yahut öyle gösterilmişlerdir.
     “Kürtler’in bir Türk boyu olduğu, ilmî olarak ispatlanmıştır. Bu konuda, ilim adamlarının elinde, kesin ve müşahhas belgeler vardır. Bilhassa Yenisey’de yapılan kazılar ve çıkan mezar taşları, bu konuda artık şüpheye yer bırakmamıştır. Kürt İlhanı Alp Urungu’nun mezar taşı, bugün Orta-Asya’da bulunmaktadır. Ve kitabesi Türkçe’dir.
     “Ancak hemen belirtelim ki, bugün Doğu Anadolu’da yaşayan kardeşlerimiz, bu Kürt boyundan bile değildirler, doğrudan doğruya Oğuz çocuklarıdır. Selçuk Bey, Alparslan, Osman ve Orhan Bey’ler ne kadar Türk iseler, onlar da o kadar Türktürler, Karakoyunludurlar, Akkoyunludurlar, Göçer ve Yörüktürler.
     “Nitekim, Doğu Anadolu toprakları kazıldıkça yerden Ak ve Kara-Koyun heykelleri çıkıp durmaktadır. Bunu anlamak için, Van Bölge Müzesi’ni gezmek yeter.
     “Doğu Anadolu insanının yaşayışı, zevkleri, töreleri, yemekleri, destan ve hikâyeleri hep Türk’tür. Dili Farsça’nın tesiri ile bozulmasına rağmen, bir Orta-Asya Türk’ü gibi Gelin’e  ‘Üke’, Çadır’a  ‘Kon’ der. Aşiret ve aşiret reislerinin adları çok defa  ‘Tarihî Türkçe’dir.” (S. Ahmed Arvasî, Türk-İslâm Ülküsü I, 6.Baskı, İstanbul-1991 s. 244)
     Nitekim: “Van eski milletvekili merhum İbrahim Arvas (bakın) neler yazıyor: Aslında Türk olup da, lisanını değiştiren bu muazzam kütleye, kötü bir şey atfetmek günah ve vebaldir.
     “Bendeniz Şemdinan Kaymakamı iken, Gerdi Aşireti Reisi OĞUZ BEY’e sordum: ‘Bu ad Türk adıdır. Sana nereden gelmiş?’ cevaben dedi ki: ‘Bendeniz, yirmi birinci Oğuz’um, bizdeki
an’ane, baba, kendi evlâdına kendi babasının ismini verir ve böylece müteselsilen devam eder.’ (İbrahim Arvas, yazısını şöyle bitirir: ) Maalesef Oğuz Bey Türkçe bilmiyordu. Amcası KILIÇ BEY de öyle ve KOÇ  BEY kabîlesinin Reisi Mehmed Emin de böyle idi.
     “Binaenaleyh, hey’et-i umumiyesi Türk olan bu muazzam kütleyi, Türk harsı ile yetiştirmek ve Türk dilini öğreterek vaziyeti asliyesine irca etmek idare âmirlerimize düşen büyük bir vazifedir.” (İbrahim Arvas, Tarihî Hakîkatler, Hatıralar, Ankara-1964  s.20 - 21’den naklen: S. Ahmed Arvasî, Doğu Anadolu Gerçeği, 2. Baskı, Ankara-1988 s. 30-31)
     “Gerçekten de, Doğu Anadolu’da yolun gitmediği, mektebin girmediği yerlere daha çok Fars dili, kısmen de Arap dili girmiş, Türk Kültür ve Dili’ni yenik düşürmüş ve OĞUZ  BEY’ler  ‘Kürtleşmiş’ bulunuyor. (Ben de Ergani’deyken, -1976-1977 arası-  Türkçe isimler taşıyıp da,  ‘Kürtçülük’  yapanlara bizzat şahit olmuşumdur. -M.B.-) Aksine yol ve mektep ulaştırabildiğimiz Doğu Anadolu havzaları Türklüklerini korumuş bulunmaktadırlar.” (S. Ahmed Arvasî, Türk-İslâm Ülküsü I, 6. Baskı, İstanbul-1991 s. 245)
     Yine S. Ahmed Arvasî’nin Van eski müftüsü KASIM ARVAS BEĞ’den dinlediği, büyük mutasavvıf ABDÜLHAKİM  ARVASÎ (K. S.)ye ait bir hatırası:
     “Ruslar, 1915 yılında Doğu Anadolu’yu işgal ettiklerinde müslüman ahaliye çok zulm ettiler. Zulümlerini Ermeniler’le birlikte, onların rehberliğinde gerçekleştiriyorlardı. Yani Ermeniler gösteriyor, Ruslar katlediyordu. Öyle bir imha ki, kadın, erkek, çoluk çocuk demeden. Müslüman mı müslüman deyip imha ediyorlardı.
     “Anadolu’nun kaderi müşterek, her yerde aynı hâdise yaşanıyordu. O tarihlerde, bizim aile Van’ın Müküs (Bahçesaray) kasabasının Arvas köyünde, Doğu Bayazıt’ta, Erciş’te. Çeşitli yurt köşelerine dağılmışlar. Seyyid Abdülhakim Arvasî Hazretleri Başkale’de o zaman, Van’ın Başkale kazasında.
     “Rus-Ermeni zulmünden çevresindekileri kurtarmak için çoluk çocuğunu toplayıp Van’ı terk ediyor. Rus işgali ve Ermeni zulmünden kurtulmak için kaçmaktan başka çare yok. Irak, Suriye yolu ile İstanbul’a geçecek. Suriye’de bulunduğu sırada Suriye’liler diyorlar ki:
     ‘Siz, İstanbul’a, Türkiye’ye gitmek istiyorsunuz. Halbuki, Türkiye çok müşkil durumda, imparatorluk çöktü çökecek, yıkıldı yıkılacak. Türkiye artık iflah olmaz, siz de perişan olursunuz. En iyisi burada kalın. Size medrese, mektep, hocalık ve her türlü imkânı veririz. Evlâtlarınızla mes’ud yaşarsınız.’
     “Abdülhakim Arvasî Hazretlerinin onlara verdiği cevap şudur:
     ‘Türkiye’ye gideceğim. Yeryüzünde iki Türk var ise, biri mutlaka benim. Ben Türk’üm, ama Jön-Türk değilim.’ “ (S. Ahmed Arvasî, Doğu Anadolu Gerçeği, 2.Baskı, Ankara-1988 s. 74-75)
     Yine bir yazısında, 14 Mart 1985 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde yer alan aldatılmış bir Türk çocuğunun şu itirafını dehşetle okumalıyız, der:
     “Ben ve arkadaşlarım, silâhlı gerilla eğitimi görmek üzere, Suriye’ye geçtik. Sınırımız’ın 35 Km. ilerisindeki  ‘Tedmür El-Tahar’  kampına götürüldük. Burada Ermeni militanlarla tanıştırıldık. Daha sonra, ASALA militanları olduğunu öğrendiğimiz teröristlerle kucak kucağa eğitim gördük. Onlarla çok yakın bağlar kurmamızı, Suriye’li öğretmenler sağlıyordu.
     “Daha sonra, bunlarla birlikte eyleme girmemiz ve dayanışma içinde olmamız, zaman içinde âdeta beynimize işlendi. ASALA  MİLİTANLARI, sürekli olarak bize maddî yardımda bulunuyor ve her türlü sıkıntılarımızı paylaşıyorlardı. Daha sonra, onlardan aldığımız silâhlarla sınırdan içeriye sızarak…bölgesine yerleştik. Bizim, silâh, cephane, bomba ve para ihtiyacımızı ASALA’nın karşıladığını öğrendik.” Bu bedbaht genç sözlerine şöyle devam ediyor:
     “Bu arada, Türkiye’ye dost görünen bâzı Avrupa ülkeleri de bize yardım ediyordu.” Ve ilâve eder:
     Bunun gibi, daha nice yüzlerce itiraf basında çıktı, mahkeme zabıtlarına geçti, radyo ve televizyonlarda yayınlandı.
     Görüldüğü üzere, milletlerarası savaş, aldatıcı ve yanıltıcı  “barış çağrılarına”  rağmen, çok insafsızca ve merhametsizce sürdürülmektedir. İşte, ülkemizde tırmandırılmak istenen  “anarşi”nin ve ŞARK’ta oynanmak istenen  “Ermenilik”  ve  “Kürtçülük”  oyunlarının perde arkasında yatan gerçek budur ve maalesef, bu kirli ve kahpe oyunlara âlet edilen vatan çocuklarının sayısı yürek kanatıcıdır. (a.g.e., s. 60-61)
     Yine bir yazısında, Doğu ve Güney-Doğu Anadolu insanının şuurunda veya şuuraltında  “Şark”ın ihmal edildiğine dair yaygın bir duygu ve düşünce yerleşmiş bulunmaktadır. Size, bu konuda bir hatıramı anlatayım, der:
     “Yıl 1959. Ben, Van Alparslan İlköğretmen Okulu’ndan Balıkesir Savaştepe İlköğretmen Okulu’na pedagoji öğretmeni olarak tâyin edildim. Çoluk çocuğumu toplayıp oraya gideceğim. Etraftan, gideceğim yer hakkında bilgi toplamaya çalışıyorum. ‘Ooo  -diyorlar-  orası, buralara benzemez. Oraları kalkınmış yerler. İklimi de çok iyi. Ne düşünüyorsun be? Soba bile yakmana gerek kalmayacak. Bir mangal yeter. Herşeyi var. Yaşadın!’
     “Van-Alparslan İlköğretmen Okulu, Van’ın Erciş kasabasının yirmi kilometre kadar doğusunda, Van Gölü’nün sâhilinde güzel bir okuldur. Erciş de büyük bir kasaba. Aradığınız herşeyi rahatça bulabilirsiniz. Karadan ve gölden her tarafla irtibatlı. Ulaşım çok mükemmel. Her bakımdan gelişmiş bir kasabamız. Düşünüyorum, Erciş böyle olunca, kimbilir, Balıkesir’in Savaştepe kazası ne kadar gelişmiştir?
     “Ne ise, çoluk çocuk toplandık. Önce, Van Gölü’nü vapurla aşarak Tatvan’a geldik. Oradan otobüsle Muş’a geçtik. Muş’ta bir gece kaldıktan sonra, ertesi gün, Van-Gölü Ekspresi’ne binerek, trenle Ankara’ya ulaştık. Oradan da İzmir Ekspresi ile gece -gâliba saat 20.00 civarında- Savaştepe istasyonuna indik.
     “Trenden, bizden başka inen kimse yoktu. Bir petrol lâmbası ile aydınlatılmaya çalışılan istasyon binası, karanlıkta bir hayalet gibi duruyordu. Elimizdeki bavulları ve çantaları  yere bıraktık. Ben, eşime ve çocuklarıma: ‘Beni burada bekleyin. Hemen bir taksi çağırıp döneceğim’ deyip ayrıldım. Petrol lâmbasının titrek ışıkları ile aydınlanan küçücük gar binasına girdim. Çıplak bir masanın başında, biri genç, biri orta yaşlı, resmî kılıklı iki memur oturuyordu. Selâm verdikten sonra sordum:
     ‘Hayrola! Elektrikler kesik mi? Neden petrol lâmbası?...’ derken, genç memur sözümü kesti:
     ‘Bizim kasabanın elektriği yoktur! Belli saatler arasında, Öğretmen Okulu’nun jeneratöründen istifade ediyoruz. O da bazan böyle elimize geçmiyor’ dedi. Hayretimi belli etmeden şöyle konuştum:
     ‘Ben de Öğretmen Okulu’na gideceğim. Oraya öğretmen olarak tayin edildim. Çoluk çocuğum dışarıda bekliyor. İzin verirseniz, telefonunuzdan istifade etmek istiyorum. Bir taksi çağıracağım.’ Adamlar, sözlerimi, yarı tebessüm ve yarı acıyarak dinliyorlardı. Dudaklarında gizliyemedikleri bir istihzânın çizgilerini de seziyordum. Şaşırmıştım, ama davranışlarındaki mânasızlığı da çözemiyordum. Memurlardan yaşlısı, yüzündeki tebessümü koyulaştırarak şöyle dedi:
     ‘Hocam, Savaştepe’de taksi bulunmaz!’
     ‘Bulunmaz mı? Neden?’
     ‘Nedeni medeni yok. Bulunmaz!’ Hayretim ve telâşım artarken şöyle dedim:
     ‘O hâlde bir fayton.’ Yine güldüler. Artık anlamıştım. Bunlarda gülmek ‘yok’ demekti. Bu sefer:
     ‘Peki, bir at arabası çağıralım öyleyse.’ Yine gülüşmezler mi? Ben, dehşet içinde donakalmıştım. Nihayet konuşabildim:
     ‘Yoksa, o da mı yok? Siz, benimle alay mı ediyorsunuz?’ Gerçekten o da yoktu. Halbuki, Erciş’te ne ararsan vardı. Artık susmuş, öylece bekliyordum. Bu arada, yaşlı demiryolu görevlisi, bir şey hatırlamış gibi, çaresizlik içinde kıvranan bana döndü ve şöyle konuştu:
     ‘Hocam, biraz bekleyin, çok sürmez. Birazdan tek atlı posta arabası gelecek, burada bulunan PTT çanta ve torbalarını alacak. Rica ederiz, inşaallah sizleri de Öğretmen Okulu’na kadar götürür.’
     “Kasım ayının başları olmasına rağmen, geceleyin hava, epey soğuktu. Titreşiyorduk. Nihayet  ‘posta arabası’  geldi. Bu, üstü açık, köhne bir araba idi. At (ise) zayıf, cılız, yaşlı ve güçsüz bir şeydi. Araba çukurlarda, taşlık arazide ve çamurlu sahalarda takılıp kalıyor, ben arkasından itiyordum. Yol çok bozuktu.
     “Savaştepe, Doğu Anadolu’da gördüğüm birçok nâhiyeden de geri idi. Üstelik, kışları da hayli soğuktu, bırakın bir mangalla ısınmayı, soba üstüne soba yakarak ısınabiliyorduk.
     “Anlaşılıyordu ki, geri kalmışlık, bir bölgenin değil, topyekûn Anadolu’muzun kötü damgası idi. Ülkemizin geri kalmışlığı söz konusu idi. Kalkınma bir ‘parça’ mes’elesi değil, bir ‘bütün’ mes’elesi idi.” (a.g.e., s. 53-56)