Gazi Üniversitesi İİBF Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkan Yardımcısı Doç. Dr. MEHMET SEYFETTİN EROL ile TÜRKİYE'NİN TÜRK DÜNYASI POLİTİKASI üzerine konuştuk.

GÜNÜMÜZDEKİ BAĞIMSIZ TÜRK DEVLETLERİ

 


Nüfus çoğunluğunun dini

Her ülke kendi lehçesini konuşmaktadır.  (Azerbaycan Türkçesi, Kazak Türkçesi… gibi.)

2000-2013 arasındaki yıllara aittir.

Bâzı yazarlar ve araştırmacılar, ülkenin çoğunluğunda Tacikçe olarak adlandırılan bir dil kullanıldığından

    Tacikistan’ı Türk Cumhuriyeti kabul etmemektedirler. Taciklerin, köken itibariyle Türk olduğunu kabul eden

     târihçiler vardır. Bu konu, ciddî ve derin bir araştırmaya tâbi tutulmalıdır.  Ülkede az sayıda da olsa Türkçe 

     konuşan insanlar vardır.   

Oğuz Çetinoğlu: Türkiye’nin, Türk dünyası ile ilişkileri konusunda genel bir değerlendirme yapar mısınız?  

Doç. Dr. Mehmet Seyfettin Erol: Türk dış politikasındaki inişli-çıkışlı sürecin en yoğun yaşandığı alanlardan birisi de hiç şüphesiz Türk dünyasıdır. Dönemler itibariyle değişken bu politika, Türkiye-Türk dünyası ilişkilerinde sadece istikrarsızlığa değil, aynı zamanda bir güven problemine de yol açmaktadır. Bu bağlamda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği (SSCB)’nin dağılması sürecinde rahmetli Turgut Özal ile başlatılan ikili-çoklu ilişkilerde Ankara'nın ve söz konusu bölge başşehirlerinin aradan geçen yirmi yıllık bir süreye rağmen halen bir yol haritası çizmeye çalışması, bunun en bariz göstergesidir. Hatta bu yol haritası oluşturma sürecinde buna bölge devletlerinin tamamının dâhil olmaması, bir diğer ifadeyle yoldaki kayıplar, açıkçası tek kelimeyle Ankara'daki ihmalkârlığın ve Türk dünyasına kayıtsızlığın somut bir neticesidir.

Çetinoğlu: Bu sürece, içerisinde bulunduğumuz dönem de dâhil midir?

Erol: Evet dâhildir. Özellikle Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) döneminde ön plana çıkan ve dışişlerinin mesaisinin önemli bir kısmını alan Ortadoğu bölgesi, neredeyse Azerbaycan ve Orta Asya devletleriyle olan ilişkileri ipoteği altına almıştır. Ortadoğu merkezli Türk dış politikası, Azerbaycan'ı ve özellikle de Orta Asya bölgesini Türkiye'nin gündeminin dışında tutmaktadır. Burada, özellikle ‘sıfır problemli komşuluk politikası’ ve Türk-Batı ilişkilerindeki birtakım emrivakilerin sonucu olarak ortaya çıkan Türkiye-Ermenistan ilişkilerindeki normalleşme ve protokoller sürecinin bir sonucu olarak Ankara-Bakü hattında yaşanan gelişmeler, açıkçası Türk dünyasındaki birlik sürecine önemli bir darbe vurmuştur. Mevcut politikanın bir takım olumsuz sonuçlarının orta-uzun vadede kendisini göstereceği de aşikârdır. Hatta şimdiden bunun somut emareleri alınmaya başlanmıştır.

Çetinoğlu: Türk dünyasının en problemli ülkesi Kırgızistan’a yeterli ölçüde destek verebiliyor muyuz? 

Erol: Kırgızistan'da Fergana bazlı yaşanan son gelişmeler karşısında Ankara'nın takındığı tavır ve geç-yetersiz müdahale dikkatlerden kaçmamıştır. Bu kapsamda, bölgeyi Rusya'nın kontrolüne bırakır bir görüntü sunan Türk hariciyesi, Türk dünyası politikasında sınıfta kalmıştır. Nitekim bunun bir dolaylı sonucunu da Kazakistan’da görüyoruz. Her geçen gün Rusya’nın etkisinin artmaya başladığı bu ülkedeki gelişmeler ne yazık ki halen Türkiye’nin gündemine girebilmiş değil.

Çetinoğlu: Özbekistan ile durum nasıl?

Erol: 2005-2007 döneminde Türkiye'nin Özbekistan ile ilgili izlediği politika da, AKP hükümetinin Türk dünyasına yönelik ilgisinin eylem ve söylem bazında ne kadar tutarsız olduğunu bir defa daha ortaya koymuştur. Geçen yıl İran’a BM Güvenlik Konseyi’ndeki oylamada sahip çıkan Türkiye, ne yazık ki BM’de Özbekistan aleyhine iki yıl üst üste aleyhte oy kullanmıştır.

Çetinoğlu: Türk Dünyası Kurultayları’nı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Erol: Başbakan Erdoğan'ın da katılımıyla Ekim 2007'de Azerbaycan'ın başşehri Bakü'de gerçekleştirilen Kurultay, ne yazık ki daha sonraki dönemde bir daha toplanamamıştır. Oysa bu çalışmalar, bölgeye yönelik sivil inisiyatifin gerçekleştirilebilmesi açısından büyük bir önem arz etmektedir. Kurultaylar, Ankara'nın bölgeye dönük yeni stratejisini, diğer bir ifadeyle yol haritasını oluşturma noktasında yürütülen kısmî ‘beyin egzersizleri’nde önemli bir fonksiyonu icra etmektedir. Fakat her ne hikmetse, Ortadoğu konusunda çok hızlı bir mesafenin kat edildiği bir dönemde, Ankara bölgeye yönelik bu tür projeleri, STÖ faaliyetlerini desteklemede oldukça ağır kalmaktadır.

Çetinoğlu: Turgut Özal hızlı ve etkili bir başlangıç yapmıştı. Türkiye-Türk dünyası ilişkileri fetret dönemini mi yaşıyor? 

Erol: Turgut Özal sonrası Süleyman Demirel'le birlikte bölge ile ilişkilerde ‘iniş eğilimi’ndeyiz.

Çetinoğlu: Türkçe Konuşan Ülkeler Devlet Başkanları Zirvesi yapıldı…   

Erol: Rafa kaldırılan ‘Türk Dünyası Birliği’ projesinin tozlu raflardan tekrar gün ışığına çıkartıldığı ve 10. Türkçe Konuşan Ülkeler Devlet Başkanları Zirvesi ile yeni bir heyecan rüzgârının estirilmeye başladığı dönemde ne yazık ki halen geçmişten ders alınmadığı gözlemleniyor. Türk devletleri ile sağlıklı bir iletişim ortamının kurulamamış olması, açıkçası üzüntü vericidir. Bu kapsamda, mesela, 20-22 Şubat 2008 tarihleri arasında Antalya'da TBMM Başkanı Köksal Toptan tarafından söz konusu projenin hayata geçirilmesi yönünde teşebbüste bulunulmuştur. Türkçe Konuşan Ülkeler Parlamentolar arası Konseyi toplantısı yapılmıştır. Açıkçası bu toplantı, bir başarısızlık olarak tarihteki yerini alırken, söz konusu toplantıya Özbekistan ve Türkmenistan'ın katılmaması, Türk Birliği projesinin daha başlangıç aşamasında önemli bir yara alması anlamına gelmekteydi. Son olarak bu yıl onuncusu gerçekleştirilen ve bir kısım kararların alındığı ama halen kağıt üzerinde kaldığı Türkçe Konuşan Ülkeler Devlet Başkanları Zirvesi'ne Özbekistan'ın katılmaması, Türkmenistan'ın ise sürece dolaylı katkısı ve Azerbaycan'ın kaybolmaya başlamış heyecanı oldukça dikkat çekici oldu.

Çetinoğlu: Özbekistansız Türk dünyası birliği olabilir mi?

Erol: Burada sorulması gereken asıl soru budur: Özbekistansız Türk dünyası birliğinin nasıl sağlanacağı ve Türk İşbirliği Konseyi'nin ne kadar sağlıklı çalışabileceği sorusu. Dolayısıyla, geçiş aşamasında bulunan Türk dünyasının problemlerine ve 2005-2008 arasındakine benzer bir takım cezalandırma girişimlerine Ankara'nın verdiği desteğin nelere mal olabileceği, Ankara-Taşkent ilişkilerinde çok net bir şekilde görülebilmektedir.

Çetinoğlu: Özbekistan’ın ilgisizliğinden, Türkmenistan’ın çekimserliğinden çok, Türkiye’nin tavrının önemli olduğunu söylüyorsunuz.  

Erol: Bağımsızlıklarının 20. yıldönümünde oldukça kritik sayılabilecek bir dönemden geçen ve Avrasya bazlı küresel güç mücadelesinin merkezinde yer alan Türk dünyası açısından Türkiye'nin ortaya koyacağı tavır, hiç şüphesiz çok önemlidir. Bunun yolu da Türk dünyasını iyi anlamaktan ve bölge üzerindeki ‘Yeni Büyük Oyun’u görerek, buna uygun yeni bir strateji geliştirmekten geçmektedir.

Bugün itibarıyla Türk dünyası Batı-Rusya-Çin arasında çok büyük ve acımasız bir güç mücadelesine sahne olmakta ve ne yazık ki Türkiye her geçen gün bölgede mevzi kaybetmektedir. Türk okullarına ve işadamlarına son aylarda Özbekistan ve Türkmenistan’ın takındığı tavır ortadadır. Arap Baharı ve Türkiye’nin izlediği politika da bölgede Rusya’nın elini kuvvetlendirmekte ve Türkiye karşıtlığında malzeme olarak kullanılmaktadır. Ankara, alanda yaşanan bu gelişmeleri görmek ve bir an önce tedbir almak zorundadır.

Çetinoğlu: Mücadeleyi tetikleyen unsurlardan söz eder misiniz?

Erol: Bir taraftan sahip oldukları zengin enerji kaynakları, diğer taraftan nükleer güce sahip olan ülkelerin Avrasya coğrafyasının tam ortasında yer alıyorlar.  Batı-Rusya ve Çin, bölgedeki jeopolitik boşluğu doldurmaya yönelik acımasız rekabet ve jeokültürel dinamikleri etkileme kapasitesine sahiptir. Bu güçler, bölge ülkelerini hem iç hem de dış politika bağlamında istikrarsız bir sürece doğru sürüklenmesine ortam hazırlıyorlar. Kırgızistan örneğinde görüldüğü üzere bu devletlerin bir kısmı doğrudan bu sürecin olumsuz etkilerini yaşarken, diğer bir kısmı ise bu süreçten en az etkilenmenin bir çaresi olarak ya içe kapanmakta veya varlıklarını devam ettirme açısından daha otoriter bir yönetim anlayışına doğru yönelmektedir. Dış politikada çok yönlü işbirliğinden yana olup, denge politikası yürütmeye çalışanlar ise, bir başkentten diğerine savrulup durmaktadır.

Çetinoğlu: Dikkat çekici bir durum belirlemesi. Sonrası için tahminleriniz nelerdir?

Erol: Bölgede bir taraftan kısa ve orta vadeye dönük bu türden gelişmeler yaşanırken, uzun vadeye dönük çalışmalar kapsamında bölge ülkeleri arasında (son dönemde Kazakistan ve Türkmenistan arasında başlatılan süreç örneğinde görüldüğü üzere) Türkistan Birliği'ni oluşturma yolunda bir kısım girişimlere de şahit olunmaktadır. Türk dünyası açısından içinde bulunulan süreç, bir taraftan tehdit ortamı oluştururken, diğer taraftan bölgede millî şuur ve yeniden diriliş açısından da bu ülkeleri mecburî olarak birlik arayışına sürüklemektedir.

Çetinoğlu: Türkiye bu arayışların farkında mı?

Erol: Kuşkusuz yaşanılan bu son gelişmeler Türkiye'yi ve bölge ülkelerini stratejik derinliklerinde yeni bir işbirliği arayışına itmiş olup, bu kapsamda özellikle Ankara'yı ‘Yeni Türk Dünyası Siyaseti’ oluşturmaya bir anlamda mahkûm kılmış bulunmaktadır. Bu çerçevede, Orta Asya ve Kafkaslar ağırlıklı Türk dünyası, stratejik sebeplerden dolayı Türkiye'nin mevcut gücünü ve etkisini pekiştireceği bir alan olarak tekrar gündeme gelmeye başlamış, fakat Arap Baharı ile birlikte adeta frene basılmıştır. Bu frene basmada daha öncesinde Ağustos 2008 Rusya-Gürcistan Savaşı ile birlikte, Türkiye-Ermenistan arasında başlatılan normalleşme sürecinde yaşanan fiyasko ve Kırgızistan olaylarında kendisinden beklenen aktif rolü oynayamayan bir Türkiye gerçeği de söz konusudur, ne yazık ki…

Çetinoğlu: Bulunduğumuz noktaya nasıl geldik? Bir değerlendirme yapmanız mümkün mü?

Erol: Hatırlanacağı üzere, Soğuk Savaş'ın ilk yıllarından itibaren söz konusu bu bölgeler Türkiye'nin millî çıkarları açısından dışişlerinin gündeminde önemli bir yer tutmuş, bu kapsamda 1990’lı yılların başından itibaren Orta Asya ve Kafkasya Türk dış politikasında parlak bir odak noktası olarak gündemdeki yerini almıştı. Bu durum, Türk dış politikası açısından ‘Türkiye/Türk Modeli’ tartışmaları çerçevesinde önemli bir politika değişikliği olarak kabul edilmiş ve Orta Asya-Kafkasya, Türk dış politikası açısından taktik seviyede siyasî ve ekonomik girişin yapıldığı ülkeler olmuştu. Bölge, 1990'larda Türk karar vericileri açısından dış politikada daha aktif olma ve milletlerarası politikada ‘hatırı sayılır’ bir güç olma açısından bir fırsat olarak değerlendirilmişti, ama olmamıştı.


‘TÜRKMEN’ İSİMLENDİRMESİ:

Afganistan’da, İran, Suriye ile özellikle Irak’ta yaşayan soydaşlarımızın ‘Türk’ olduğu bilinmekle berâber ‘Türkmen’ olarak anılmaktadır.  
1918'de sona eren Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Türkiye'den koparılıp, Irak adı ile kurulan devletin vatandaşları olarak varlıklarını sürdüren soydaşlarımızdan, uzun yıllar ‘Türkmenler’ isimlendirmesiyle söz edilmiştir. Ne var ki 1959 yılından sonra, Irak'ta yaşayan Türklerin Türkiye ile olan kan ve kültür bağlarını unutturmak için, soydaşlarımıza Irak yönetimi tarafından resmî olarak ‘Türkmen’  denilmeğe başlanmıştı. Böylece kendilerine göre, Irak'ta yaşayan Türklerin kökenlerinin Anadolu'ya değil de, Orta Asya'ya uzandığını ispata çalışan Irak yönetimi, soydaşlarımızı Türklük dünyasının kalbi olan Türkiye'den koparmış ve ‘Türkmen’ deyimi ile Türklerin Türklüğünü silmiş olacaktı.  Bu uygulama, daha önce İngilizler tarafından da ele alınmış, ancak bir sonuç alınamamıştı. Irak'ta 1959 yılından sonra Bağdat yönetimi tarafından ‘Türkmen topluluğu’ olarak isimlendirilen Türkler, bilindiği gibi, Lozan Konferansı sıralarında İngiliz heyeti tarafından da ‘Türkmenler’ olarak ifade edilmişlerdi.  O zaman Türk heyeti başkanı olan İsmet Paşa, ‘Türkmen’ ve ‘Türk’ün eşanlamlı olduğunu, hatta bu anlamda Türkiye Türklerinin de Türkmen olduklarını söyleyerek, sonuçta bunun bir politik manevra konusu yapılamayacağını ileri sürmüştü. Böylece İngiliz tezi, daha o sıralarda çürümüştü. 
Irak'ta cumhuriyet dönemini başlatan Abdülkerim Kasım yönetimi de, Türklerin Türkmen olduklarını, bu bakımdan Irak'taki Türk topluluğunun Türkiye değil, Orta Asya kökenli olduklarını göstermeye çalışmış ve güya Irak'taki Türklerin Türkiye ile olan soy ve kültür bağlarını böylece kesmiştir. Tıpkı Yunan Hükûmeti'nin, Yunanistan toprakları üzerinde yaşayan Türklere Türk dememek için, ‘Müslüman’ isimlendirmesini kullanması gibi, Irak yönetimi de, hiç bir şekil ve surette sonucu değiştiremeyecek olan bir yola başvurmuştur. Buna karşılık Irak'ta yaşayan soydaşlarımız, yönetim tarafından kendilerine verilen ‘Türkmen’ adından, rahatsızlık duymamışlar, hiç yadırgamadan da bu deyimi kullanmaktan çekinmemişlerdir.  Zira ‘Türkmen’ deyimi, geniş ve bilindiği anlamda batıya göç eden Türkleri, yani Oğuzları, ayrıca İslâmiyet’i kabul eden Türkleri ifade eder ki, bu anlamda günümüzde Türkiye, Azerbaycan, Balkan, Kıbrıs, Suriye ve Irak Türklerini de içine alır. Bugün Türkmenistan'da, Afganistan ve biraz da İran'da yaşayan Türkmen boyunun, gerçekte Irak Türkmenleri, daha doğrusu Türkleri ile, zannedildiği gibi bir boy akrabalığı yoksa da soy birliği vardır.
Tarihten Günümüze Irak Türkmenleri: Prof. Dr. Suphi Saatçi. Ötüken Neşriyat İstanbul, Mayıs 2003