Doç. Dr. AYŞE SIDIKA OKTAY Hanımefendi, Ahlâk-ı Alâî İsimli Eserin Yazarı KINALIZÂDE ALİ EFENDİ’yi Anlatmaya Devam Ediyor.                                                                                          

Oğuz Çetinoğlu: Ahlâk’ hakkında eser veren Kınalızâde Ali Efendi’nin ahlâkî yapısını incelediğimizde neler görürüz?                                                                                                                                                              

Doç. Dr. Ayşe Sıdıka Oktay: Ahlâk-ı Alâî gibi bir ahlâk kitabının yazan ve insanlara tavsiyelerde bulunan bir kişi olarak Kınalızâde birtakım kusurlarının varlığını, günahlar içinde boğulduğunu, içinin dışına uymayıp eksiklerle dolu olduğunu ifâde etmekte, yasakladığı işlerin çoğunun kendisinde bulunduğunu dolayısıyla tavsiyelerinde asla ehil olmadığını itiraf etmektedir. Bu sebeple yazdıklar başkalarıyla berâber kendisine de fayda sağlama itidale döndürmesini ve günahlardan kurtarmasını ummaktadır. Kaynaklarda ise O’nun iyi bir ahlâka sâhip olduğu belirtilmektedir. Dolayısıyla kendisinin ahlâkî durumu hakkındaki bu açıklamalarını bir tevâzu ifâdesi olarak almalıyız.

Kınalızâde kaynaklarda halim selim ve nezih bir kişi olarak tanıtılmakta, ahlâkının kâmil, soyunun temiz kendisinin dünyaya bir defa gelenlerden olduğu işâret edilmektedir. Kaynakların ifâdesine göre sohbet ve müzâkereler dışında halim selim tavrına uygun olarak az söyleyip çok düşünen bir kişiydi. Tavırları nezih ruhu ince (hafif), meşrebi edep dâiresinde şakacıydı Yâni terbiye sınırlarını aşmayan samîmi bir kişiliğe sâhipti. Zenginlik ve makam gibi dünyevî şeylere değer vermezdi. Bunların varlığından etkilenmediği gibi yokluğundan dolayı da üzülmezdi. Herkese yumuşak (rıfk) bir şekilde davranırdı. Kimseyi incitecek bir söz veya bir davranışına rastlanmazdı.  Kınalızâde’nin özelliklerinden birisi de toplantılarında ilmî konuşmalar ve şakaların yapılmasıydı. Ancak bu toplantılarda orada olmayan kişilerin arkasından konuşmazdı. 

Müellifimiz, özellikle fakirlerin kalbini incitmekten son derece kaçınırdı. Fakirlere ve zayıflara hizmet etmeyi en büyük saadet kabul eder ve bu niteliğiyle diğerlerinden ayrılırdı. O’nun makamı yükseldikçe dervişlik miskinlik hâlinin arttığına dikkati çeken oğlu Hasan Çelebi fakirin sözünü vezirin şefaatinden üstün uttuğunu, huzuruna bir fakir gelse sevincini yüzünden belli ettiğini ifâde etmiştir. O’nda diğerlerinde olduğu gibi gurur da bulunmazdı. Oğlu Hasan Çelebi babasının fakirlere karşı bu kadar merhametli olmasını zamanında fakirlik çekmesine ve onların hâlinden anlamasına bağlamıştır.

Onun fakirlerin küçümsenmemesi ve ders alınması için öğrencilerine anlattığı başından geçen bir hikâyesi vardır: Kınalızâde gençlik yıllarında Cuma namazına gitmiş. Fakir olmasına rağmen son derece gösterişli giyinmiş, bir ağanın yanında saf tutmuş Adam O’nun, pejmürde kıyâfetlerini ve fakirâne tavırlarını görünce O’na nefret ve korkuyla bakıp fakirlik kendisine bulaşır endişesiyle eteklerini toplamaya ve O’na sürünmemeye çalışmış. Adamın bu çirkin tavırları karşısında müellifimiz üzülse de sesini çıkarmamış. Bir süre sonra da bu gururlu adamı son derece perişan bir vaziyette görüp kendi durumunun düzelmesinden dolayı Allah’a şükretmiş.

Kınalızâde'nin yumuşak ve sâkin tavrına rağmen haksızlıklara karşı çıkmaktan ve hakkını istemekten çekinmeyen, bu konuda lafını esirgemeyen, ayrıca başkasına minnet edip kendisini kayırmasını istemek yerine hakkını bizzat almayı tercih eden bir karaktere sâhip olduğunu, O’nun Ebussuûd Efendiye hitabından anlıyoruz. Medreseden mezun olduktan sonra alışageldiği gibi medreselerde görev almak üzere sırasını beklemeye başlamış, fakat Çivizâde’yi sevmeyen Ebussuûd Efendi O’nun muidi olan Kınalızâde’yi müderris olarak tâyin etmek istememiştir. Uzun zaman beklediği hâlde bir netice alamayan müellifimiz bunun üzerine Ebussuûd Efendinin huzuruna çıkmış. Arkadaşlarının emellerine ulaşmak için kapı kapı dolaşıp kendilerini tâyin ettirecek birisini ararken, kendisinin kitaplarla meşgul olduğunu, bunlardan başka kendisine şefaat edecek kimsesi olmadığını belirterek; ‘zaman-ı devletinizde bir şeye nail olamayacak isek bari bu kapuyı kapayup başka bir kapuya müracaat edelim’ demiş ve yazdığı kitapları göstermiş. Ebussuûd efendi de Kınalızâde’nin bu sözlerinden alınmamış aksine yanında bulunanlara: ‘işte insan olan böyle fi’len isbat-ı ehliyet sûretiyle hakkını istishâl eder. Nâil-i emel olmak içün şunun bunun delâletine müracaat etmek insanlık değildir’ diyerek büyüklüğünü göstermiştir. O’nun Ebussuûd Efendi’ye sunduğu kitaplar Hasan Çelebinin Tezkire’sinde Hâşiye-i Tecrîd, Hâşiye-i Metalı' ve Mutavvel olarak geçer. Fakat başka bir yerde Nefsi’l-emr konusunda bir risâle olduğu belirtilir.

Adnan Adıvar, şiirlerinden yola çıkarak O’nun mütefekkir bir kişi olduğunu fakat bedbin ve mütevekkil bir karaktere sâhip olduğunu ifâde eder.

Müellifimizin başta işâret ettiğimiz samîmi itiraflarına rağmen söylediğinin aksine ahlâk kitabında tavsiye ettiklerine benzer bir hayat yaşamaya çalıştığını, örnek alınacak bir hayatı olduğunu görüyoruz. Bir anlamda kendi hayatında uygulayarak tavsiyelerinin geçerliliğini, yapılabileceğini, başarılabileceğini göstermiştir. Ayrıca arzuladığı gibi ilmiyle amel eden âlim konumuna da ulaşmıştır.      

Çetinoğlu: İlmî ve edebî şahsiyeti hakkında neler söylenebilir?

Doç. Oktay: Kınalızâde’nin ilmî ve edebî şahsiyeti O’nun ahlâkî şahsiyetini gölgede bırakacak kadar başarılı ve çok yönlüdür. Bu sebeple O’nun kişiliğinden söz eden bütün eserler konuyu ilme olan sevgisine, ilmî ve edebî kabiliyetlerine getirirler. Müellifimiz gerek öğretim hayatı gerekse bulunduğu görevlerde dikkati çekecek ve övgüyü hak edecek başarılar göstermiş, herkesin saygı ve hürmetini kazanmıştır. Bunu, hakkında anlatılan hikâyelerden öğreniyoruz.

Âlimimizin İlmî yeteneğini ve hâfıza gücünü gösteren ilk örnekle, Isparta’da henüz çocukluk veya ilk gençlik yıllarında karşılaşırız. Bir bahar günü arkadaşlarıyla mesire yerine gider. Yanlarında o zamana kadar O’nun görmediği Câmî’nin Bohâristân’ı vardır. Hemen kitabı alıp incelemeye koyulur. Aradan bir müddet geçince arkadaşları bâzı hikâyeleri görüp görmediğini sorarlar. O da gördüğünü ve ezberlediğini belirtir. Bu kadar kısa zamanda bunun mümkün olamayacağını düşünen arkadaşları alay etmeye başlarlar. İddiasını ispat etmek için kitabın çeşitli bölümlerini ezberden okuyunca arkadaşları hayranlıklarını gizleyemez. Bu olay Kınalızâde’nin ne kadar kuvvetli bir hâfızası olduğuna işâret eder. O’nun sohbetlerini Arapça, Farsça ve Türkçe şiirler, âyet ve hadislerle süsleyebilmesi genç yaşta dikkati çeken kuvvetli hâfızasının eseri olmalıdır. Nitekim daha sonra çok sayıda Arapça, Farsça ve Türkçe şiirler ile hadisleri ezberinde tutmasıyla tanınacaktır.

Müellifimizin öğrenme konusundaki yetenek ve arzusunun daha sonraki öğretim hayatında da artarak devam ettiğini görüyoruz. Çünkü o, Çivizâde’nin öğrencisi olduğu dönemlerde arkadaşlarıyla beraber Evâil-i şerhül-adud’dan ders okuduktan sonra bu konuda hazırladıklarını tez gibi hocasına sunmuş, Hocası Çivizâde de O’nu arkadaşlarının arasında çok büyük iltifatlar ederek övmüştür. O’nun bu sırada duyduğu sevinç ve zevki, başka hiçbir zaman hissetmediğini belirtmesi ilim aşkının ifâdesidir.

Yine; Şam Kadısı olduğu dönemde Ahlâk-ı Alâî’yi yazarken Müverrih Âlî’yi evine çağırıp yazdıklarını okur, düşmanının görüşleri gibi değerlendirmesini ve yanlışlık gördüğünde ikaz etmesini istermiş. Âlî onun, bu dönemde ilmî toplantılar düzenleyip yönettiğini burada sorulan sorulara cevap verdiğini, kendisinde kibir ve gurur olmadığını ifâde ederek müellifin hem ahlâkî hem de ilmî olgunluğu hakkında bize fikir verir. Bu yaklaşım tarzı düşünürümüzün ilim konusunda eleştirilmekten ve hatâlarının düzeltilmesinden çekinmediğini, eleştiriye açık bir tabiatı olduğunu gösterir.

Kınalızâde’nin ilim aşkı daha sonraki yıllarda O’nu çeşitli ilimlerde yüksek seviyelere ulaştıracak şekilde devam eder. Düşünürümüz ilim ve faziletiyle meşhur olur. Dinî ilimler dışında matematik ve astronomi ilimlerinde de tam malûmatı vardır. Arapça, Farsça ve Türkçe olmak üzere üç dilde yazdığı akıcı şiirler beğenilir. Aynı zamanda kendi döneminde Osmanlı’da felsefe ve hikmet ilimleriyle meşgul olan ender kişilerden birisidir. Nitekim Kâtip Çelebi hikmet ve felsefe ile ilgilenen birkaç isim sayarak Kınalızâde’yi bu ilimle uğraşan son kişi olarak gösterir.

Ayrıca O’nun şiir konusundaki ustalığı, devrindeki bütün edebiyat meraklılarının ilgisini çekmiştir. Aynî’nin anlattığına göre ‘Hâce-i Cihan’ adıyla tanınan Mahmud b. Şeyh Muhammedi’l-Keylânî’nin ‘Riyazü’l İnşa’sını elden düşürmeyen genç edipler Kınalızâde’nin yazılarını görünce bunları unutmuşlardır.

Müellifimizin şiirdeki yeteneğine işâret edenlerden biri de muamma türü şiir geleneğini Osmanlı şâirleri arasında başlatanlardan olmasıdır. Şâirimiz henüz öğrencilik yıllarında Edirne’de bulunduğu sırada, şâir Emirî ile tanışır. Emirî muamma meraklısıdır ve bu merakını Kınalızâde’ye de bulaştırır. Mir Hüseyin Nîşâbûrî’nin Muamma Risâlesini iki günde istinsah eder ve bu sırada birçok muamma söylerler. O zamana kadar Osmanlı şâirleri arasında olmayan muamma söyleme geleneği bu iki şâirin heveslendirmesiyle başlar.

Müellifin tefsir, hadis gibi dinî ilimler, matematik astronomi gibi dünyevî ilimler ile edebiyatın yanında târih ve coğrafya konusunda da engin bilgisi olduğunu kaynaklardan öğreniyoruz. Mağrıb âlimlerinin büyüklerinden Şeyh Ebu’l-feth Mekkî ziyaretine gelir. Kınalızâde O’na Mağrib ülkeleriyle ilgili bütün coğrafî bilgileri verip, sanki uzun yıllar orada yaşamış gibi tasvir eder. Şeyh kendi memleketiyle ilgili bu mâlûmatın şaşkınlığı içerisinde buralara ne zaman gittiğini sorduğunda düşünürümüz ‘gitmedik fakat kitaplardan okuduk’ diyerek karşılık verir.

Ayrıca Şam uleması arasında Suyûtî ve İbn Hâcer'e eş tutulan Şam müftüsü Şeyh Radıyuddin İbn Bedreddin ile girdiği ilmî tartışmayı kazanarak ilmî birikimi yanında aynı zamanda iyi bir hatip ve müzâkereci olduğunu da gösterir.

Kınalızâde’nin görevleri sırasında bilgisi ve şiir yeteneğiyle herkesi kendisine hayran bırakıp övgüsünü kazandığını, herkesten hürmet ve sevgi gördüğünü, hangi göreve gelmişse başarıyla üstesinden geldiğini hakkındaki yazılardan ve târihî rivâyetlerden öğreniyoruz. Şam Kadılığında gösterdiği başarı sebebiyle oranın âlimleri tarafından ‘kadılıkta tek bir örnek, âlim, fâzıl, fakih, edip, edebiyat, târih ve geri kalan diğer bütün ilimlerin hepsinde çok iyi bilgi sâhibi’ şeklinde övülmüştür. Şam kadılığı sırasında Necmeddîn el-Gazzî de onu överek derya gibi bir âlim olduğunu edebiyata ve şiire daha çok meylettiğini belirtip şiir açısından Rum âlimlerinin en iyisi olabileceğini ifade etmiştir.

Müellifimiz Mısır Kadılığı sırasında da çevresindekileri kendisine hayran bırakmıştır. Mısır’da ilim ve fazileti, özellikle güzel konuşmasıyla tanınan Bekrizâde, tebrik için Kınalızâde’yi ziyârete gelir. Düşünürümüz sohbet sırasında ona o kadar güzel ve fasih bir şekilde hitap eder ki Bekrizâde karşılık vermekte zorlanır ve kekelemeye başlar.

Oğlu Hasan Çelebi de babasının tefsirde eşsiz bir imam olduğunu bu sebeple zor meseleleri keşfeden kişilerin O’na boyun eğmekle iftihar ettiklerini, astronomi ilminde Kadızâde Rumî ayarında olduğunu, târihî olayları kaydetmekte O’nun yanında İbn Kesir’in küçük hakir bir şey olduğunu, belagatta herkesin örnek alacağı bir kitap yazdığını, Teftâzânî ayarında ikinci muallim olduğunu, Arap ve Fars dillerindeki bilgisi sebebiyle âlimlerin ‘acem denilse kimse karşı çıkmaz, Arap denilse kimse şaşırmaz’ dediklerini belirterek ilmî yeteneklerini oldukça abartılı bir şekilde anlatmıştır. Oğlunun babası hakkında taraflı davrandığını düşünebiliriz. Fakat O’nu tanıyan diğer âlimler hakkında son derece güzel sözler sarf etmişler ve çeşitli ilimlerdeki ehliyetini övmüşlerdir. Nitekim Âşık Çelebi’nin O’nun hakkındaki iltifatları oğlunun sözlerinden aşağı değildir. Âşık Çelebi’nin ifâdesine göre Kınalızâde takrîr-i usûlde Pezdevî’den daha mükemmeldir. Aruz söylediğinde Sîbeveyh olur, Arapçada Zemahşerî O’nun dengidir. Ayrıca kıraat, hadis, emsal ve astronomi gibi ilimlerde bu konulardaki en derin âlimler kadar söz sâhibidir. Atâî de O’nun Arap ilimleri deryasında Arap adası gibi seçkin, edebî ilimlerin hepsini ihâta etmede divanlar gibi umumî, matematikte meydandaki tek kişi, cedel ilimlerinde sânî aklî evvel, tefsirde meselelerin mücâhidi, fıkıhta müctehid, hadisteki yeteneğinin mütevatir ve meşhur olduğunu belirterek bütün nakledilen şeylerin hâfızasında olduğunu ifâde eder. Ayrıca O’nu derin hakikatleri açık bir şekilde ifâde edebilen, düşünce ilimlerinin velisi, hikmet ilminin büyük babası, şiir ve edebiyatta cihandaki hocaların hocası olarak tanımlar. Ahdî de onun hakkında özellikle şiir ve inşadaki yeteneğinden bahseden övgüler sıralar. Beyânî’de O’nun ahlâkını, bilgisini, dil, inşa ve şiirdeki yeteneğini överek, ‘Kalemiyye Risâlesi’nin parmak gibi gösterildiğini belirtir.

Peçevî de müellifimizi fazilet ve ilimde fevkalade, bütün ilimlerde akranlarından üstün, özellikle şiir ve inşada mükemmele ulaşmış bir âlim olarak övmüştür. Yaşadığı asırda Ebussuûd Efendi, Muhaşşî Sinan Efendi ve Bostan Efendi gibi ileri gelen âlimler olduğu için şöhretinin yayılmadığını aslında pek çok ilimde onlardan daha üstün olduğunu belirtir. Ayrıca ömrü vefa etseydi şeyhülislam olup nice şiir ve eserler bırakabileceğini ifâde ederek erken ölümünden duyduğu üzüntüyü dile getirir. Müverrih Âlî de Kınalızâde’nin yaşasaydı Ebussuûd Efendi ayarında büyük bir şahsiyet olabileceğini ifâde etmektedir. 

Düşünürümüzün son derece dikkatli ve titiz bir âlim olduğunu, çelişkili gibi görünen meseleleri çözümlemekten ve açıklamaktan, meseleleri ayrıntılı ve kapsamlı bir şekilde incelemekten zevk aldığını Ahlâk-ı Alâî üzerinde yaptığımız çalışma sonucunda rahatlıkla söyleyebiliriz. O dönemindeki diğer âlimlerin aksine Ahlâk-ı Alâî’yi yazarken kendisinden önce yazılan eserleri sâdece tercüme etmek ve aktarmakla yetinmemiş, kendi düşüncelerini yazıp, diğer eserleri kaynak olarak kullanmayı tercih etmiştir. Bu tavrı ile Kınalızâde’yi Fârâbî veya İbn Sînâ gibi bir sistem düşünürü olmamakla beraber yine de bir düşünür olarak niteleyebiliriz.

Çetinoğlu: Eserleri hakkında bilgi lütfeder misiniz?

Doç. Oktay: Müellifin muhtelif kaynaklarda değişik isimler altında ve farklı sayıda eserlerinin listesi verilmektedir. Çeşitli kaynaklarda geçen eserlerini topluca şöyle sıralayabiliriz:

Türkçe Eserleri:

 1-Ahlâk-ı Alâî, 2-Münşeat/ Kınalızâde, 3-Divân (Kaynaklarda kendisine ait bir Divan’ın varlığından söz edilmekte ise de Sadettin Nüzhet Ergun, O’nun Divan’ını görmediğini, şiirlerine sâdece mecmualarda rastladığını belirtmektedir.) 4-Târih-i Kınalızâde, 5-Muammeyât, 6-Nüzhet Nâme, 7. Kaside fi medhi'n-nebî, Manzume (Mülemma), 8-İnşaa-i atik, 9-Risâle-i vucüd, 10-Siyer-i nebi ve târih-i hulefa (Kitabın ona ait olduğu şüphelidir.)

Çetinoğlu: Eserlerini Türkçe mi yazmış?

Doç. Oktay: Eserlerinin çoğunu Arapça yazmış. Onları da şöyle sıralayabiliriz: 

1-el-ls'âf fi ahkâmi'l-evkâf  2. Risâle fi vakfi'n-nukûd (Vakıflarla ilgili bâzı hükümleri içerir. Birinci ve ikinci madde vakfa ait iki risâledir. Bu iki risâleyi, Edirne’de kadıyken fetvalarından birisini eleştiren Şah Mehmet Efendi'ye cevap olarak yazmıştır) 3-Hâşiye-i Durer ve Gurer (ilâ Nısfıhî) veya Hâşiye ale’d-Dürer ev’l-Gurer li Molla Hüsrev. (Molla Hüsrev’in Dürer ve Gürer’ine yazdığı eksik hâşiyedir) 4-Hâşiye alâ kitâbi'l-kerâheti mine'l-Hidâye, Hâşiye alâ kitabi’l-hidâye. (Bu şeyhülislâm Burhâneddîn b. Ebî Bekir Merginâni’nin Hanefi fıkhına ait eserinin bir bölümüne yapılan hâşiyedir. Hidâye ellili ve Semâniye medreselerinde okutulan ders kitaplarından birisiydi. Müellifin bu eserini ellili medreselerde görev yaptığı sırada yazdığını sanıyoruz)  5. Risâletü's-seyfıyye 6-Risâletü’l-kalemiyye 7-Risâle fi mufâharatı'l-seyf ve’l-kalem  8-Hâşiye (veya Ta'likât) alâ Hasan Çelebi li şerhi’l-Mevâkıf (Kadı Adudüdîn’in Mevâkıf adlı kitabına 1482 yılında ölen Hasan Çelebi tarafından yazılan Hâşiyeye Hâşiye’dir)  9-Tecrîd hâşiyesi veya Hâşiye alâ şerhi tecrîdi’l-akâid lî Seyyid Şerif Cürcânî (Hâşiye-i tecrid Şemseddın el- Isfahâni’nin Nasîrüddîn Tûsî'nin Tecrîdü'l-Kelâm adlı eserine yazdığı şerhe Seyyid Şerif el-Cürcânî’nin (ö.816/1413) kaleme aldığı hâşiyeye denir. Bu sebepte bâzı kaynaklarda Cürcânî’nin eserine hâşiye olduğu söylenirken bir başka kaynakta Nasîrüddîn-i Tûsî’nin kelâmdan Tecrîd’e hâşiye olduğu belirtilir. Kanalızâde bu hâşiyeyi Bursa’da Hamza Bey medresesinde mûderrisken yazmıştır. Bu eser genellikle yirmili ve otuzlu medreselerde kelam dersi için okutulmaktadır. O da bu eserini ders kitabı olarak yazmış olmalıdır. 10-Hâşiye ale’l-keşşâf li’z-Zemahşerî (Zemahşerî’nin Keşşâf adlı tefsirine yazdığı Hâşiye’dir) 11-Hâşiye alâ envâri’t-tenzil li’l-Beyzâvî (Kadı Beyzavfnin Envârü’t-tenzîl adlı tefsirine yazdığı Hâşiye’dir) 12-Şerhu kasideti'l-bürde 13-Risâle fi tahkik bahs nefsi’l-emir 14-Tehzibü'ş-şekâik fî takrîbi’l-hakâik 15-Bahs fi î’rabu’l-Kur’an veya el Muhâkemâtül-aliyye fı'l-abhâsı'l-razaviyye fi i'rab ba’zı’l-ayı’lkuraniyye. (Bâzı kaynaklarda müellifin Şeyh Bedreddin el-Gazî ile tefsir konularında müzâkerelerde bulunduğu bir kitabı olduğundan söz edilmektedir. O, bu kitap olmalıdır.) 16-Risâle fı’l-muhâkema beyne Ebî Hayyânn ve til mizihi li Bedreddîn el-gazzi el-şâmî (Yukarıdaki kitabın devamı niteliğindedir.  17- Hâşiye şerhu'l-kâfiye li’l-mevlâ Abdurrahman Câmî 18-Tabakâtü'l-hanefıyye: (Yirmi kısma ayırmış ve İmam-ı Âzam’dan Allame İbni Kemal’e kadardır. Bu eser bâzı kaynaklarda Taşköprüzâde'ye atfedildiği için kendisine ait olduğunu ispat etmek maksadıyla bir makale yazmıştır. 19-Muhtasar fı zikr tabakati’l-hanefıye 20-Tabakâtü'l-müctehidîn: (Müctehid tabakalarını sıralamıştır) 21-Risâle fî beyâni'l-istilâhâtı'l-mutadâvilât fî kutubi’l- Risâle fi tabakâti’l-mesâ'il: (Hanefi mezhebinde ele alınan meseleler hakkında yazılmıştır. Brockelmann, birisi Berlin, diğeri Lieden, bir diğeri de Vatikan’da olmak üzere yazma sâdece üç nüshasının olduğunu söyler. Ancak İstanbul kütüphanelerinde başka nüshalarının da bulunduğu tespit edilmiştir) 22- Risâle fı'l-gasb: Brockelmann bunun sâdece: Petnâ Hindistan’da yazma bir nüshası olduğunu belirtir. 23- Risâle fı’l-vücûdi'z-zihnî: Brockelmann yazma; tek nüshasının Berlin'de olduğunu belirtir. 24-Risâle fi-letâifi'l-hamse; Brockelmann tek nüshanınLeiden’de olduğunu belirtir. Ancak İstanbul Kütüphânelerinde başka nüshaları tespit edilmiştir. 25-Risâle fi beyâni deverâni's-sufıyye ve raksihim: Vockelmann, birisi İstanbul Esad Efendi, birisi Yıldız, diğeri de İskenderiye olmak üzere üç yazmanın bulunduğunu belirtir. 26-Risâle fi hakkı’d-deverân ve’z-zikri’l-cehrî 27-Risâle fi hüsnü’d-deverân: (Müellifin Arapça şiirleri Kutb-i Mekki’nin (Kutbûddîn Muhammed en-Nehvâlî el-Mekkî) er-Rihletü’s-seniyye adı eserinde yer almaktadır.

Liste incelendiğinde O’nun ilmî kariyerine ve çok yönlü kişiliğine uygun olarak değişik konularda pek çok eser yazdığı görülür. Ancak bunlardan bir kısmı maalesef tanınmamaktadır. Bu eserler üzerinde yeterince inceleme yapıldığında Kınalızâde’nin gerçek değerinin daha iyi anlaşılacağı kanaatindeyiz.

(DEVAM EDECEK)