Diyânet İşleri Başkanlığı, kâfî derecede, İmam-Hatip Okulu me’zunu talip olmadığı için, köy kadro’ları başta olmak üzere, boş bulunan kadro’lara, ilkokul me’zunu, yapılan imtihanı (imamlık-hatiplik), kazananları ta’yin etmek mecburiyyetinde kalmıştı. 1970’li yılların sonlarına gelindiğinde, vekil imamların sayısı neredeyse, Diyânet İşleri Başkanlığı’nın tüm kadro’sunun %50’sini oluşturuyordu. Bu, devam ettirilebilir bir vaziyet değildi. Zira, 10 yıl vekil imam olarak vazife yapan birisi, bulunduğu köye veya bulunduğu cami’ye, İmam-Hatip Okulu me’zunu, birisinin tâlip çıkması durumunda, hiçbir hakka sahip olmadan vazifesine son veriliyor, yerine, İmam-Hatip Okulu me’zunu, kişi ta’yin ediliyordu. 

Vekil İmam’ların asalete geçirilebilmesi için, 633 Sayılı Kanunda bir değişiklik yapılması gerekiyordu. Bu istikâmetteki çalışmalara, bizler de, hem Gazete’lerimizdeki neşriyatımızla, hem de, Parlamento nezdinde destek veriyorduk. Diyânetçiler, vekil imam’ların asâlete geçirilmeleri, 633 Sayılı, Kanun’dan, 22 Haziran 1965’den, geriye dönüş olarak kabul ediyorlar, 633 Sayılı Kanun’un öngördüğü nitelik prensibinin zedeleneceğini iddia ediyorlardı. Vekil İmamlar hususunda, Parlamento’da, ba’zı iktidar milletvekilleriyle birlikte, neredeyse muhalefet milletvekillerinin tümü ikna edildi. 

24 Mart 1977 tarih ve 2088 Sayılı kanunla, 633 Sayılı kanun değiştirilmiş, yeteri sayıda İmam-Hatip Okulu me’zunu tâlipler bulunmadığı için vekâleten vazife’ye alınan, yaklaşık 14.000 kişi asîl imam olmuşlar, diğer asîl imamların bütün zâtî haklarına onlar da kavuşmuşlardır. 

İsterseniz, Diyânetçilerin o yıllarda ve hâlen de, iddia ettikleri, “Nitelik prensibini, nitelik prensibinin zedelenmesini,” biraz irdeleyelim; 

Diyânet’çilerin ısrar’la “Nitelik,” diye tutturdukları, “Nitelik,” (yâni, vasıf, vasıf’lar) nelerdir? 

İmam-Hatip Okullarının kurulmasında ve geliştirilmesinde, önemli roller alan, İlim Yayma Cemiyeti-İlim Yayma Vakfı’na göre, “Müsbet İlimlerle Mücehhez, papaz’ları, haham’ları iman’a getirecek hocaefendiler yetiştirmek,” Diyânetçiler ise, “Fizik-kimya bilen, dünya’yı tanıyan, münevver din adamları yetiştireceğiz.” diyorlardı. 

“Müsbet İlimlerle Mücehhez, papaz’ları, haham’ları, iman’a getirecek,” İmam-Hatip neslinden birisinin, imana getirdiği, papaz’a, haham’a, rastlamadık, ama, Marmara Üniversitesinden, bir öğretim üyesi’nin ve bir İlâhiyat öğrencisinin tanassur ettiklerini, yine aynı fakülte’nin öğretim üyelerinden birisi kitabında yazdı. 

Dünyayı tanıyan, Fizik-Kimya bilen, binlerce diyânet mensubu, ne yazık, Ahirzaman decâcilesinden, en şerir deccal olan, Fethullah Gülen’in peşinden gidip, “Bu zamanda, Kelime-i Tevhid’in ikinci bölümüne inanılmasa da olabilir,” diyerek, Peygambersiz bir dine inandıklarını, kendilerine, Musevî, Müslüman, İsevî Müslüman olduklarını, iddia ettiler. 

Neyse! Bunların nitelikleri (vasıf’ları) hakkında bendeniz fazla bir şey söylemeyim, bu nesl’in, öncü’lerinden-liderlerinden birisinin yazdıklarını, söylediklerini aktarmaya çalışayım. 

“Hizmetiçi Eğitim Gündemimizde,” “En önemli işimiz insanımızı eğitmek olduğuna göre, onları, yaygın eğitim programlarıyla desteklemek sorumluluğunu taşıyan din görevli’lerinin, eğitimi konusunun ne kadar önemli olduğunu herhalde izaha gerek yoktur. Ancak ben, Diyânet İşleri Başkanlığı’nda, Başkan yardımcısı olarak göreve geldiğimde Başkanlığın bir tek hizmet içi eğitim merkezi yoktu. 

Bolu’da İlim Yayma Cemiyeti’ne aid bir bina vardı. Gümüşhâne’li Lütfi Doğan’ın başkan vekili ve benim de onun yardımcısı olduğum günler’de ilk eğitim merkezini bu bina’da açtık. Merkez’de de, sınırlı ba’zı kurs faaliyetleri yapıyor, bu kurs’larda bizzat ben de ba’zı ders’lere giriyordum. Bu kurs’lar vesiylesiyle gördüm ki, teşkilatın meslekî yetersizliğini gidermek için köklü ba’zı çalışma ve plânlamalara ihtiyaç vardır. (Dostum, bizler bu yetersizliği çok öncelerden fark etmiştik. Ama, sizler yıllar sonra, fark etmeye başladınız, Sabah-ı Şerif’leri Hayrola!) 

Bu kurs’lardan birinde bir kursiyer’in Kevser Suresini aynen şöyle okuduğunu tesbit etmiştim: “İnnâ âteynâke’l-kevser, fe sallî Lirabbiki vanhar, innâ şânâke hüve’L-ebter”, 

Bu arkadaşımız Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi me’zunu idi ve Urfa ilinde Müftü yardımcısı olarak görev yapıyordu. İleriki dönemler’de başka bir il’in veya ilçe’nin müftüsü olmasına da hiçbir engel yoktu. Ama, arkasında bir akşam namazı kılmak bile mümkün değildi. Bu bir facianın işareti idi. Sayıları az veya çok, aynı durumda müftü ve vâiz’lerimizin bulunduğunda şüphe yoktu.” (Evet! Bu zât veya bir benzeri, elinde İlâhiyat Fakültesi diploması olduğu için, diğer vasıflarına bakılmaksızın, İstanbul’a da müftü olarak ta’yin edilebilirdi. Yıllarca, “İşte bu Süleyman Efendi Hazret’lerinin talebesi, İmam-Hatip neslinden, imam’ların arkasında namaz kılmazlar,” diye yeri göğü inletip, münâferet’in başlıca sebeplerinden birisi olduğunu iddia edenlerin, “Bunların arkasında bir akşam namazı bile kılmak mümkün değildir,” noktasına gelmiş olmaları hayret verici bir vaziyettir.) Diğer taraftan, yukarıdaki tesbitler, bizler, tarafından yapılmış olsaydı, hemen, “Yalân! İftirâ! Buhtandır, denilecek,” Bizim neslimizden asla böyleleri çıkmaz diye, şiddetle itham olunacaktık... 

Dönelim yine: “Pek çok müftülük, vâiz’lik ve müftü yardımcılığı görevi o tarihlerde münhal bulunduğundan Fakülte diplomasını getirene görev verilmişti. İmtihan yapmak kimsenin aklından geçen bir şey değildi. Hem kocaman profesör’lerin diploma verdiği bir elemanı imtihan etmeye kalkmak, o günkü anlayışla kimin haddineydi? 

Ben sözünü ettiğim bu kursiyer’in müftü yardımcılığı görevinden hemen alınması gerektiğini gündeme getirdim. Önce kendisini, ardından Başkan Vekili Lütfi Doğan’ı ikna ederek onu bu görevden aldım ve aynı ile murakıp yaptım. Bu durumdaki adam’ın yapacağı murakıplıktan da hayır gelmezdi, ama başka çâremiz yoktu. (Müftü yardımcısı olarak kalması belki de murakıp olmasından daha ehvendi. Masada oturur, maaşını alırdı. İlim ve dirayet bakımından kendilerinden çok daha üstün, vâiz, imam-hatip, Kur’ân Kursu muallimi olanların nesini murakabe edecekti ki,”

Devam ediyor: “Bu gerçeği fark ettikten sonra müftülük ve vâiz’lik görevleri için imtihan ve mülakat uygulamasını başlattık. Fakat bu uygulama fitne konusu yapılmakta gecikmedi ve bu fitne’nin başını, maalesef, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nin, ba’zıları toprak altında oldukları için adlarını zikretmeyi uygun görmediğim 1. Sınıf Atatürkçü (!) hocaları çekti. Biraz önce söylediğim gibi, bu Kocaman Profesör’lerin diploma verdiği bir elemanı imtihan etmeye kalkmak bizim haddimize mi düşmüştü? Bütün bunlar, bizzat bu prof.’lar tarafından söyleniyor ve çeşitli zeminlerde dedikodusu yapılıyordu.”

“Bu fitne, Fakülteli-Enstitülü ayırımı yapmak suçlamasıyla sürdürüldü. Ben ve Yönetimdeki ba’zı isimler Yüksek İslâm Enstitüsü me’zunu olduğumuz için bu imtihan ve mülakatlarda (Mülâkat, olmalıydı). Bu enstitü’lerden me’zun olanları kayırdığımız, o tarihlerde sayısı bir tane olan, İlâhiyat Fakültesi me’zunlarını ise başarısız gösterip onlara görev vermek istemediğimiz şeklinde yayılmaya çalışıldı. Hattâ, bu suçlama, benim başkan olduğum yıllara kadar sürdürüldüğünde, bu dönem’de, Başkanlık tarafından müfettişler heyetinin hakkımızda düzenlediği inceleme raporunun konusu dahî yapıldı.” (Dr. Tayyar Altıkulaç, ZORLUKLAR AŞILIRKEN, Cild 1, Sahife 200, 201, 202) 

Zannedilmişti ki, Diyânet’in bünyesindeki, ehl-i Sünnet mensupları, her bakımdan ehliyet ve liyâkatlerini isbat etmiş, âlim ve fâzıl kimseler tasfiye edildiğinde, “Ellâ Mezhebiyye,” Mezhebi mensupları, liyâkatsız, kifâyetsiz, kimseler rahat edecekler. Aslâ öyle olmadı. Bu sefer, İlâhiyatçı-Enstitü’lü fitnesi zuhur etti. Daha sonraki yıllarda, bilhassa, 28 Şubat döneminde, F.T.Ö./P.D.Y. ve haşhâşî’leri tamamen Diyânet’e hâkim oldukları için kendilerine karşı olanların hepsine zulm ettiler. 

İlâhiyat Fakültesi hoca’ları ve öğretim üyeleri hakkındaki tesbitleri bizim yıllarca savuna geldiğimiz iddia’ları te’yid etmiştir.