Diyânet İşleri Başkanlığı, geçtiğimiz yıl, 15 Temmuz 2016, meş’ûm, Darbe-i Hükûmet, işgâl ve isti’lâ teşebbüsünden sonra, Din Şûrâ’sını, olağanüstü olarak toplantıya da’vet etmişti. 03 Ağustos 2016 günü toplanan Din Şûrâ’sı, Cumhurbaşkanı, Recep Tayyip Erdoğan, T.B.M.M.’si Başkanı, İsmâil Kahraman, devrin Diyânet’den mes’ûl, Başbakan Yardımcısı, Prof. Dr. Numan Kurtulmuş ve devrin, Diyânet İşleri Başkanı, Prof. Dr. Mehmed Görmez’in konuşmalarıyla çalışmalarına başlamış toplantılar neticesinde alınan kararlar, bir rapor haline getirilmiş ve rapor, Din İşleri Yüksek Kurulu Kararı olarak, 1.hamur kağıda nefis bir baskı halinde, 18x26 eba’dında, Türkçe, Arapça ve İngilizce olarak, kitap halinde bastırılmış ve dağıtılmıştır. 

“Dini İstismar Hareketi FETÖ/PDY”. Ayrıca, Diyânet İşleri Başkanlığı, “Kendi Dilinden FETÖ, Örgütlü Bir Din İstismarı,” adında yine 18x26 eba’dında, 140 sahifelik bir başka kitap. 

Yine Diyânet İşleri Başkanlığı’na bağlı, Türkiye Diyânet Vakfı’na aid, İSAM, (İSLÂM ARAŞTIRMALARI MERKEZİ), tarafından, 15x22 eba’dında, 160 sahifelik, “Gülen Yapılanması, 15 Temmuz’a Giden Süreçte FETÖ’nün Analizi ve Tavsiyeler,” adlı bir başka kitap... 

Her üç eserde de, FETÖ’nün ve azâd kabûl etmez, haşhâşî’lerinin, FETÖ Çetesinin, âhirzaman decâcile’lerinden, en şerli, Deccâli olan bu şerîr’in, şenâati, denâeti, rezâleti, Allah’a, Resûlü’ne, Allah’ın Kitabı’na, Allah’ın dinine, Ümmet-i Muhammed’e, Devleti’mize, Ordumuza, Aziz Milleti’mize, Vatanı’mıza bilhassa, haşhâşî’lerinin, aile’lerine ve yakınlarına olan ihânet’leri, bir bir delilleriyle birlikte sayılmış dökülmüştür. 

Bu tahlîl ve tespitlere i’tirazı olan yok, çok söylenecek bir şey de yok, bütün bu tahlil ve tespitleri yapanların, elleri, dilleri, gönülleri sağolsun. 

Ama! Lâkin! Ve Fakaaaaat!... 

FETÖ ve haşhâşî’leri hakkında yapılan tahlil ve tespitler: 

“Yani insan, mahiyeti i’tibariyle zaman üstü, mekân üstü olabilir. Dünü yarınla beraber görebilir. Doğrudan doğruya huzur-i risâletpenahiye ulaşabilir ve Efendimizi dinleyebilir. Haz.Cibril’i, Kur’ân okurken duyuyor gibi olabilir. Zât-ı ulûhiyyetin bîkemû keyf kendisine konuştuğunu duyabilir. Buna binâen, ehlullah’tan ba’zıları, Efendimizden ve sahabe’den hadis aldıklarını söylüyorlar. Hattâ, ben, tâbiîndenim diyen insanların sayısı az değildir. Doğrudan doğruya Efendimizden emir aldım diyenlerin sayısı da, az değildir. (Gülen Sohbet-i Cânan, Nil Yayınları, İstanbul, 2013, Sahife, 21-22) 

Öyle ki, inkişâf etmiş bir gönül melekûtî ufku i’tibariyle dünü bugünle beraber, bugünü de yarınla beraber duyup yaşayabilir ve zaman üstü olmayı bütün derinlikleriyle duyabilir. (Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri 3, Nil Yayınları İstanbul, 2011, Sahife 98) 

TESPİTLER: 

1) İnsan, keyfiyeti/niteliği ve kemiyeti/niceliği meçhûl bir şekilde Yüce Allah’ın konuşmasını duyabilir. 

2) İnsan, zaman ve mekân üstü olabilir, dünü bugünle bugünü de yarınla beraber yaşayabilir. 

3) Doğrudan doğruya Peygamber Efendimizin huzuruna çıkıp onunla görüşebilir ve hattâ O’ndan ta’limat alabilir. 

“İşte tenezzül-ü İlâhî ve taarrüf-Rabbânî ve Mukâbele-i rahmânî ve Mükâmele-i Süphânî ve iş’âr-i Samedânî hâkîkatlerini tazammun eden umûmî, semâvî vahiy’lerin icmâ ile, Vâcibü’L-Vücûdun vücûduna ve vahdetine delâletleri öyle bir hüccettir ki, gündüzdeki güneşin şuaâtının güneşe şehadetinden daha kuvvetlidir diye anladı (anlayan Said Nursî)...

“Sonra ilham’lar cihetine baktı, gördü ki, sâdık ilhamlar, gerçi bir cihette vahye benzerler ve bir nev’i Mükleme-i rabbâniyye’dir. Fakat iki fark vardır. 

Birincisi; İlham’dan çok yüksek olan vahy’in ekserî melâike vasıtasıyla ve ilham ekseri vasıtasız olmasıdır. Meselâ: 

Nasıl ki, bir Pâdişah’ın iki suretle konuşması ve emirleri var. 

Birisi; Haşmet-i Saltanat ve hâkimiyyeti Umûmiyye haysiyetiyle bir yâverini bir vali’ye gönderir. O hâkimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için ba’zen vasıta ile beraber bir içtima yapar, sonra ferman tebliğ edilir. İkincisi; Sultanlık unvanıyla ve Pâdişah’lık umûmî ismiyle değil, belki kendi şahsiyle husûsî bir münasebeti ve cüz’î bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisiyle veya bir umûmî raiyetiyle ve husûsî telefonuyla husûsî konuşmasıdır. 

Öyle de, Pâdişah-ı Ezelî’nin, umum âlem’lerin Rabbi ismiyle ve Kâinât Hâlık-ı Unvanıyla, vahiy ile ve vahy’in hizmetini gören şümullü ilhamlarıyla, mükâlemesi olduğu gibi; her bir ferdin, her bir zîhyât’ın Rabbi ve Hâlık-ı olmak haysiyetiyle, husûsî bir surette, fakat perdeler arkasında olanların kabiliyyetine göre, bir tarz-ı Mükâmelesi vardır. 

“İkinci Fark; Vahiy gölgesizdir, sâfî’dir, havass’a hastır. İlhâm ise gölgelidir, renkler karışır, umûmî’dir; Melâike ilham’ları ve insan ilham’ları ve hayvanât ilham’ları gibi, çeşit çeşit, hem pek çok envalarıyla, denizlerin katreleri kadar Kelimât-ı Rabbâniyye’nin teksirine medâr bir zemin teşkil ediyor.” (Said Nursî, Şualar, İstanbul, 2009, Sözler Yayınları, Sahife, 105-106) 

“Nur Fabrikası sahibi Hafız Ali’nin haşr-i Cismânî hakkındaki hatırına gelen mes’ele ehemmiyetlidir ve mektubun ahirindeki temsili gayet güzel ve mânidârdır. O hatırâ ile, dokuzuncu şuânın Mukaddeme-i Haşriyeden sonraki dokuz burhanı haşriyeyi istiyor, diye anladım. Fakat maatte’essüf, bir-iki senedir, te’lif vazifesi tevakkuf etmiş Risâle-i Nûr’un mesâili ilimle, fikirle ve kasdî bir ihtiyarla değil, ekseriyyet-i Mutlaka ile, sünühât, zuhurat, ihtarât ile oluyor. Bu dokuz berâhih’e şimdi ihtiyac-ı Hakikî kalmamış ki, te’life sevk olunmuyoruz.” (Said Nursî, Kastamonu Lahîkası, İstanbul 2004, Yeni Asya Yayınları, Sahife 162-163) 

TESPİTLER: 

1) Said Nursî’ye göre, İlhâm, vahy’in nev’ilerinden birisidir. Kendisi, ilham ile vasıtasız olarak, hâşâ! Cenab-ı Hak ile “Mükâleme’de,” bulunmakta, kendisi vasıtasız olarak Allah’ın konuşmalarını dinlemektedir. 

2) Said Nursî, risâle’lerinde sık sık, “İhtar olundu,” “Kuvvetli ihtar aldım,” gibi, Risâlelerin Allah tarafından yazdırıldığını iddia etmektedir. 

Oysa ki, Gerçek nedir? 

Kur’ân-ı Kerim’de, havârî’lere ve Haz.Musa’nın annesine ilham yoluyla bir takım yönlendirmeler yapılmış olsa da (Mâide 5/11/Tâhâ 20/38) âyet-i Kerime’de açıkça ifade buyrulduğuna göre, Peygamber’ler haricinde hiçbir kimsenin Allah ile konuşup-görüşmesi vâkî değildir. Allah Teâlâ kendi da’vetini insanlara ulaştırmak için onlar arasından seçmiş olduğu Peygamber’leri vâsıta kılmıştır. (Şûrâ, 42/51) bu sebeple Allah’ın Peygamber’ler dışında insanlarla konuşması sözkonusu olamaz. Rüyâ, ilham ve keşf, Aslâ, şer’î bir hükme delil ve medâr olamaz. 

GAYB ÂLEMİNİ SINIRSIZ BİLEM VE GAYB-I MUTLAKA ULAŞMA İDDİALARI: 

Levh-i Mahfûz’daki bilgilere ulaşabileceği iddiasında bulunan Gülen, gayba muttali olmasının önündeki tüm sınırları kaldırarak, Mutlâk Gayba da ulaşabileceğini ileri sürmektedir; 

“Allah ile münasebette derinleşmiş kimseler herhangi bir sınır kaydı olmaksızın gayıp alemine muttali olabilir, meleklerle, cinlerle, Mesîh (Haz.İsâ’yı kastediyor) ve Hızır aleyhisselâm ile, rahatlıkla görüşebilir.” (Gülen, Asrın Getirdiği Tereddütler 2, Nil Yayınları, İstanbul 2008, Sahife 181) 

“Şimdi siz bütün bu merâtibi kat’ederek Allah’ın izni ve inayetiyle belli bir noktaya ulaşabilirsiniz. Fenabillah, bekâbillah, maallah makamına erip, bir şuhûd ve vahdet mülahazasına sahip olabilirsiniz. Gayb-ı Mutlaka, hâkîkakü’L-Hakîka ulaşma mülâhaza’ları içinizde belirebilir.” (Gülen, Yaşatma İdeali, Nil Yayınları, İzmir 2012, Sahife 57) 

Gülen bir başka eserinde de, “Kişinin, gözünü haram’dan çevirmesi karşısında, Cenab-ı Hakkı müşâhede gibi mühim bir netice’ye ulaşacağını hattâ bu müşâhade’nin, ötede olabileceği gibi bu dünya’da da olabileceğini,” söylemektedir. (Gülen, Yol Mülahazaları, Nil Yayınları, İzmir 2008, Sahife 80) 

“Evet, o zât daha hâl-i sabâvette iken (çocukluk halinde bile) ve hiç tahsil yapmadan zevâhiri kurtarmak üzere üç aylık bir tahsil müddeti içinde Ulûm-u EVVELÎN ve ÂHİRÎN’e (geçmiş ve gelecekteki bütün ilimlere, Mutlak Gayba) ve Ledünniyat ve hakâik-i Eşya’ya (bütün ledünnî ilimlere ve eşyanın hakikatine ve Esrar-ı Kâinata (Kâinatın bütün sırlarına) ve Hikmet-i İlâhiyye’ye vâris kılınmıştır ki, şimdiye kadar böyle Mazhariyyet-i Ulyâya kimse nâil olmamıştır. Bu Hârika-i İlmiyye’nin eşi aslâ mesbuk değildir. Hiç şüphe edilemez ki; tercüman-ı Nûr, bu haliyle baştan başa, iffet-i Mücesseme ve şecâat-ı Hârika’dır ve İstiğnây-i mutlâk teşkil eden Hâriku’L-âde Metânet-i ahlâkıyesiyle, bizzat, bir Mu’cize-i Fıtrattır, tecessüm etmiş bir inayettir ve bir Mevhibe-i Mutlak’tır.” (Risâle-i Nur şakird’leri, Ahmed Fevzi, Ahmed Nazif, Selâhaddin, Zübeyr, Ceylân, Sungur, Tabancalı...) (Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, Sözler Yayınevi, İstanbul, 2004, Sahife 224) 

TESPİTLER: 

Şakird’ler, Üstad’larına, hâşâ! Ulûhiyet sıfatları izafe etmişlerdir; Mutlâk Gayp “Ulûm-u Evvelîn ve âhirin’e, Ledünniyat, (Allah indinde bilinen şeylere), yalnız, Allah’ın bildiği, “Eşya’nın hâkîkatine, yine yalnız, Allah’ın bildiği, kâinatın sırlarına ve Allah’ın hikmetlerine varis kılınmıştır,” diyorlar. Daha da ileri gidip, “Şimdiye kadar böylesine yüksek bir mazhariyyete hiç kimse (Peygamber’ler de dâhil) nâil olmamıştır, diyorlar. Bu hârika-i İlmiye’nin bir benzeri asla geçmişte gelmemiştir, diyorlar. 

“Hiç şüphe edilmesin ki, Tercüman-ı Nûr (Said Nursî), bir mu’cize-i Fıtrattır, tecessüm etmiş bir inâyettir, Mevhibe-i Mutlâk’tır,” diyorlar.

Denilebilir ki, yalnız, Allah’a izafe edilmesi gereken bu sıfatları, Üstad’larına izâfe edenler, şakird’lerdir; Üstad’ın bunda ne kusuru vardır? 

“Benim hissemi haddim’den yüz derece ziyâde vermeleriyle beraber, bu imza sahiplerinin hatırını kırmaya cesaret edemedim. Sükût ederek o medh’i Risâle-i Nûr şâkird’lerinin şahs-ı ma’nevî’si nâmına kabûl ettim.” (Said Nursî Kabûl edilmiş bir gerçektir ki, “Sükût İkrar’dan gelir,” Halkımız, bunu, “İstemem ama, yan cebime koy,” diye tercüme etmiştir. Eğer, ehl-i Sünnet akîdesine sahip bulunsaydı, hemen kükremesi gerekirdi. Siz ne diyorsunuz? “Ben kimim,” Evvelîn ve âhirîn” ilmine vâris olmak ne demektir? demesi lâzım gelmez miydi? 

YÜKSEK DİN KURULU’NUN TESPİTLERİ: 

Gülen, tasavvufî kavramları da istismar ederek bağlı’larına belirli gayret ve çaba sonucunda mutlâk gayba ve “Hakîkatü’L-Hakâik’a,” ulaşabileceklerini telkin etmektedir. Oysa ki, bu iddialar asla gerçeği yansıtmadığı gibi vehim ve yanılgı’dan öteye geçmeyen hezeyanlardan ibârettir. Nitekim, Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de, Haz.Nuh’un kendi kavmine şöyle seslendiğini bildirmektedir. “Size ben, Allah’ın hazineleri yanımdadır; demiyorum; Gaybı da bilmem; Ben bir Meleğim de demiyorum. Sizin hor gördüğünüz kimseler için, Allah, onlara asla hiç bir hayır vermez de diyemem. Allah onların içlerindekini daha iyi bilir. Böyle bir şey söylesem, o zaman ben gerçekten zâlim’lerden olurum. (Hûd 11/31). Yine Kur’ân-ı Kerim’de, Haz. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellem’in de “De ki, Ben size Allah’ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size ben bir meleğim de demiyorum. Ben sadece, bana vahyolunana uyarım. De ki, kör ile gören hiç bir olur mu. Hiç düşünmez misin?” (En’âm 6/50) demesi emredilmektedir. Bu âyetler’den anlaşılacağı üzere, gaybı sadece Allah bilir. Peygamber’lerin gaybı bilmesi ise, Allah’ın bildirdiği kadardır. (Âl-i İmran, 3/179, Cin, 72/26-28) Gayb, konusunda, genel ilke böyle olmasına rağmen, Gülen’in mutlâk Gayba ulaşılabileceği iddiası söylediği her şey gibi, mutlâk dinî bilgi olarak kabûl edilmesine yönelik bir çaba’dır. 

Netîce i’tibâriyle Haz.Peygamber salla’llâhu aleyhi ve sellem, kendisinin, mutlâk ma’na’da, gaybı bildiğini ileri sürenleri, bizzât ikaz etmişken,” (Buhârî, Megâzî, 12) Allah’ın bildirmediği gaybî hususları, nüfûz edilebilecek bir alan (saha) gibi sunmak, İslâm’ın i’tikad esaslarına aykırıdır...