Diyânet İşleri Başkanlığı’nın, neşr-tevzî ettiği ve Diyânet-Türkiye Diyânet Vakfı, Yayın-Kitapevlerinde sattığı, Diyânetçilerin, (Risâle-i Nûr Külliyatı), diye, tesmiye ettikleri, Risâle’lerin Müe’llifi, Said Nursî, kavlinde, fiîl’inde, fikir ve hareketlerinde, müvâzenesiz bir zât idi. 

Sâdık şakird’lerden, Akıl ve Ruh Sağlığı hekimi, Psikiyatrist, Prf. Dr. olan bir zât, Üstadı hakkında, yazdığı kitabında, Üstadı için, medhiyeler düzerken, bir taraftan da, Üstadı’na, “Disleksi, “(Bir Nev’i akıl ve ruh sağlığı, müvâzene noksanlığı) teşhisi koymuştur.

Harb-i Umûmî’de, esir düştüğünde, bilhassa, Gürcistan’da, ba’zı hıristiyanların, diğer ba’zılarına uyguladıkları, (kadın, yaşlı, hasta, çocuk) demeden, yaptıkları mezâlim, öyle anlaşılıyor ki, aklî müvazenesini daha da, sarsmıştır. Esâret dönüşü, Avrupanın muhtelif ülkelerinde, kimlerle görüştü, kimler kendisine hangi tekifler’de bulundu, bilmiyoruz.

Yine şakird’lerin iddiasına göre, Ankaraya dönüşünde, Meclis’te, resmi bir “hoşâmedî,” merâsimi, tertip edilmiş?! Kendisi, meclis aza’sı değildir, başka’larına tertip edilmeyen, “hoşâmedî, “kendisine niçin tertip edilmiştir?

Şark’da Şeyh Said İsyanı’nın patlak vermesi üzerine, diğer kürd aşîret ileri gelenleri gibi, Said Nursî de, bir müddet, Burdur’da, bir Müddet Isparta Balra’da, bir müddet, Kastamonu’da, bir müddet de, Afyon-Emirdağ’da, ikâmete mecbur edilmiştir.

Filhakîka, Anadolu İnsanı emsalsiz misâfirperverliğini göstermiş, sürgün edildiği veya ikâmete mecbur bırakıldığı, şehir ve karye’lerde, bir eli balda, bir eli yağda yaşatılmıştır. Hapse atıldığı zamanlar dahî kendisi ve koğuş arkadaşları, civardaki hamiyetperver müslümanlar tarafından bir kuş sütü eksik çeşitli ni’metlerle, beslenmişlerdir.

Her ne kadar bir eli balda bir eli yağda beslenmiş, i’tibar edilmiş ise de, sürgün sürgündür. Dâimî tarassud altında tutulması da, ayrıca, Aklî Müvâzenesini daha da fesada uğratmıştır.

Risâle’ler, bu yıllarda, Said Nursî bu halet-i Ruhiyye içerisinde bulunduğu bir zaman diliminde yazılmıştır. 

Pekiyi! Bu Risâle’lerde neler var? “Hattâ o mazlûmlar kâfir de olsa, âhirette kendilerine göre o dünyevî âfâttan çektikleri belâlara mukâbil rahmeti İlâhiye’nin hazînesinden mükâfatları varki, eğer Perde-i gayp açılsa, o mazlûmlar haklarında büyük bir tezâhürü rahmet görünüp, “Ya Rabbî! Şükür elhamdülillah,” diyeceklerini bildim ve kat’î surette kanaat getirdim. Ve İfrat-ı Şefkatten gelen şiddetli te’sir ve elem’dem’dem kurtuldum.” (Kastamonu Lâhikası, İstanbul, Temmuz 2004 Baskısı, Sahife 49)

“Bir’den ihtar edildi ki; böyle musîbet’lerde kâfir de olsa hakkında bir nev’i merhamet ve mükâfaat vardır ki, o musîbet ona nisbeten çok ucuz düşer. Böyle musîbet-i Semâviye, ma’sûm’lar, hakkında bir nev’i şehâdet (şehid’lik) hükmüne geçiyor.”

“O musîbet-i Semâviye’den ve beşer’in zâlim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perîşan olanlar eğer on beş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun, şehid hükmündedirler. Müslümanlar gibi büyük mükâfât-ı Ma’neviyeleri, o musîbeti hiçe indirir.”

“On beş yaşından yukarı olanlar, eğer ma’sûm ve mazlûm iseler, mükâfâtı büyüktür, Belki onu cehennem’den kurtarır. Çünkü âhirzamanda mâdem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedîye’ye bir lâkayıdlık perdesi gelmiş; ve Mâdem âhirzamanda Haz.İsâ’nın din-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek; elbette şimdi fetret gibi karanlıkta kalan ve Haz.İsâ’ya mensûp hıristiyan’ların mazlûmları çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nev’i şehâdet (şehid’lik) denilebilir. Husûsan ihtiyarlar ve musîbetzedeler, fakir ve zaifler müstebid büyük zâlimlerin cebir ve şiddetleri altında musîbet çekiyorlar, elbette, o musîbet onlar hakkında medeniyetin sefâhetinden ve küfrânından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara, keffaret olmakla beraber yüz derece onlara kâr’dır, diye hakîkatten haber aldım.”

Ez Cümle, 1. Cihan Harbinde, bize karşı, bütün müslüman’lara karşı savaşmış hıristiyanlar şehid’dirler, cennete gireceklerdir. Musîbete uğrayanlar kâfir de olsalar cennete gireceklerdir.  

“Şüphesiz, Allah, Meryem oğlu Mesîh’tir” diyenler and olsun ki, kâfir olmuşlardır.” (Mâide 5/17) “Andolsun ki, Allah, kesinlikle Meryem oğlu Mesîh’tir” diyenler kâfir olmuşlardır. (Allah’a oğul izafe ettikleri için de aynı zamanda, müşriktir’ler.) Halbuki, Mesîh “Ey İsrail oğulları; Rabbim ve Rabbi’niz olan Allah’a kulluk ediniz. Biliniz ki, kim Allah’a ortak koşarsa muhakkak Allah ona Cenneti haram kılar; artık onun yeri, ateştir ve zalimler için yardımcılar yoktur, “demiştir.” (Mâide 5/72)

“Andolsun” Allah üçün üçüncusudur” diyenler de kâfir olmuşlardır. Halbui, bir tek Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. Eğer, diyegeldiklerinden vazgeçmezlerse, içlerinde kâfir olanlara acı bir azab isabet edecektir.” (Mâide 5/73) 

“Ehl-i Kitap ve müşriklerden olan kâfirler (inkârcılar) içinde ebedî olarak kalacakları cehennem ateşindedirler. İşte halkın en şerli’leri onlardır. (Beyyine 98/6)

Risâle’lerde, Said Nursî’nin yazdıkları, Kur’ân-ı Kerim’den sarih, muhkem, âyet-i Kerimeler. Lütfen, dikkatlice okunsun ve mukâyese buyrulsun!..

Said Nursî, “Ve madem hisab-ı Cifrî ve ebcedî ve riyâzî eskiden beri sağlam bir düstûr’dur ve kuvvetli bir emâre olabilir. Ve mâdem Risâle-i Nur ve tercümanı ve şakird’leri imam ve Kur’ân hizmetinde parlak te’sirli vazife’leri gâyet ehemmiyet kesbetmiştir. Ve mâdem bu büyük âyet, hisab-ı Cifrî ile bu asra ve iki Harb-i Umûmiye bakar; eski harbim patlamasına ve Risâle-i Nur’un zuhuruna tevâfuk ettiği gibi, ma’nen de gösterir. Elbette mezkûr hakîkatlere ve kuvvetli karinelere binâen, bilâ tereddüt hükmederiz ki, Risâle-i Nûr’un Şahs-ı Ma’nevîsi ve tercümanı ve bu âyet-i Azîme’nin ma’nâ-i İşârî tabakasının külliyetinde dahil ve Medâr-ı Nazar bir ferdidir. Ve bu âyet ona işâret eder ve ma’nâ-i remziyle ondan da haber verir ve İhbâr-ı Gaybî nev’inden bir Lem’a-i İcziyeyi gösterir denilebilir ve deriz.”

“Birinci Şuâ olan İşârât-ı Kur’âniye risâlesinde, Risâle-i Nur’a ve tercümanına da işâret eden beşinci âyet olan,” Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkmayacak durumdaki kimse gibi olur mu? İşte kâfirlere yaptıkları böyle süslü gösterilmiştir.” (En’am 6/122) cifir ve ebced hisabıyla” Said Nursî’ye,” tevâfuk etmesidir. 

Said Nursî, Hurûfî’liği, Cefr-Cifir ve Ebced hisabını bütün Risâle’lerinde kullanarak, Gaybe muttalî olduğuna inanır, ba’zı âyet’lerin ve sahîh hadis’lerin kendisine şakird’lerine delâlet ettiğine inanır. Hâşâ! Kıyametin vukuuna bile takvim verir. 

Hurûfî’lik, eski Mısır, Yakındoğu, Hind Medeniyyetleri, Yahûdî ve Hıristiyanlarda İslâm öncesi Cahiliyye Arap’larında benimsenen bir metod idi. Grek Feylâsofları Pisogor, Aristo’ya izâfe edilen ve Arabî Lisan’da, yazılmış, Kitabü’s-Siyâs Fî tedbiri’r-Ryâse adlı eser’de. 

Yüce İslâm’ın zuhurundan önce, Cahilliye Arap’larında gâip’ten haber verme iddiasıyla ba’metod’lar kullanılıyordu. Fakat bu kaynaklarda harf’lerin esrarına dayanan bir sistemin varlığından söz edilmemektedir.

İslâm’ın zuhurundan sonra ise, hurûfî’lik bütünüyle red edilmiştir. 

Cifir-Cefr, Ebced hesabı, harflarla rakamların olmuş ve olacak hâdisâtı sembolik bir biçimde anlâttığı inancı, şiî, bâtinî kökenli, cefr-cifr geleneğinin doğmasına te’sir etmiştir. Bu gelenek de, sembolleri, önce, yalnız Haz. Ali nesebinden olanların çözebileceği söylenirken, daha sonra, şiî olsun-olmasın, herhangi bir bilge kişinin, husûsiyle mutasavvıfların ulaşabileceği gâip’ten haber vermeye, dönüşmüştür. Cefr-cifr dedikleri de işte budur.

Hangi metod uygulanırsa uygulansın, rüyâ, ilham ve her ne suretle olursa olsun, Gaybı Allah’tan başka kimse bilmez.” O bütün gâip’leri (görülmeyenleri) bilir. Sırlarına kimse muttalî olamaz; Ancak, bildirmeyi dilediği, Peygamber’ler bunun dışındadır. Çünkü O, bunun önünden ve ardından gözcüler salar. Ki, böylece, onların (Peygamber’lerin) Rab’lerinin gönderdiklerini hakkıyla tebliği ettiklerini bilsin. (“Allah onların nezdinde olup bitenleri çepeçevre kuşatmış ve herşeyi bir bir saymıştır (kaydetmiştir.)” ... (Cin Suresi, 72/26, 27, 28)

Peygamber’lerin ümmet’lerinden vâris–i Nebî olanlar da, Allah’ın bildirmesiyle ba’zı gaip’leri bilebilirler ve gelecekteki ba’zı hâdisattan haber verebilirler.

GAYP VE KIYAMET’LE ALAKALI ÂYET MEALLERİ!!!

“De ki, “Ben Allah’ın dilediğinden başka kendime herhangi bir faide veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir fenâlık dokunmazdı. Ben sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.” (A’raf 7/188)

“Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır. Onları O’ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez, O yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahî bilir.)

Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.” (En’am 6/59)

“Ona (Muhammed’e) Rabbinden bir mu’cize indirilse yâ! diyorlar. De ki; Gayb ancak Allah’ındır Bekleyin (bakalım) ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim. (Yunus 10/20)

“Göklerin ve yerin gaybı (sırrı) yalnız Allah’a aittir. Her iş O’na döndürülür. Öyleyse O’na kulluk et ve O’na dayan! Rabbin yaptıklarınızdan gafil değildir.” (Hûd 11/123)

“De ki; Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gizli bilgisi O’na aittir. O’nun görmesi de işitmesi de şâyan-ı hayrettir. Onların, (göklerde ve yerde olanların), O’ndan başka bir yöneticisi yoktur. O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez. Rabbinin kitabından sana vahyedilenleri oku. Onun kelimelerini değiştirebilecek yoktur. O’ndan başka bir sığınak da bulamazsın.” (Kehf 18/27)

“Sana kıyâmeti, ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De, ki; Onun ilmi ancak Rabbimin katındadır. Onun vaktini O’ndan başkası açıklayamaz. O göklere de yer de ağır gelmiştir. O size ansızın gelecektir. Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki; Onun bilgisi ancak Allah’ın katındadır, ama insanların çoğu bilmezler.” (Âraf 7/187)

“İnsanlar sana kıyâmetin zamanını soruyorlar. De ki; Onun bilgisi Allah katındadır. Ne bilirsin, belki de zamanı yakındır.” (Ahzab 33/63)

“Kıyâmet gününün bilgisi, O’na havale edilir. O’nun bilgisi dışında hiçbir meyve (çekirdeği) kabuğunu yarıp çıkamaz. Hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz. Allah onlara; Ortaklarım nerede! diye seslendiği gün; Buna dâir bizden hiçbir şahid olmadığını sana arzederiz, derler.” (Fussilet, 41/47)

“Kıyâmet günü mutlakâ gelecektir. Herkes peşine koştuğu şeyin karşılığını bulsun diye neredeyse onu (kendimden) gizleyeceğim.” (Tâ hâ 20/14)

Lütfen Mukayese Buyurunuz! Bir tarafta, kıyâmet gününe bile takvim veren bir zât, diğer taraftan, Kur’ân-ı Kerimde, gayb ve kıyâmet’in vuku’u ile alakalı, Sarîh ve Muhkem âyet’lerin Meâlleri...