Ahirzaman’ın en şerîr, decâcilesi’nden, şerîr Deccâl, Mel’un, F.T.Ö.’nün, vagonu haline gelmiş, şirret ve fitne depo’larına müzahrafât taşıyan, bu Diyânet Kadro’larındakiler, nasıl yetiştiler-yetiştirildiler, bu makamlara nasıl getirildiler?

Kendilerine “Yeni Nesil,” dediler. Azîz Milleti’mizin yüzakı, iftihar kaynağı, Osmanlı Medrese’lerindeki, Ta’lim, ve Teallüm, (eğitim ve öğretim) sistemini küçümsediler, dudak büktüler, “Nasara, Yensuru,” ilmi dediler. Temelsiz bir din eğitim ile, asgarî, Zarûrat-ı Diniyye seviyesindeki bile, bir din eğitim almadılar-alamadılar. “Müsbet İlimler,” dedikleri, fizik-kimya, biyoloji, fennî ilimlerde de mesâfe aldıkları söylenemezdi. 

Pekiyî! Fikrî, zihnî ve i’tikâdî vaziyet’leri neydi?

Yıl, 1980, üniversite ve Yüksek okulların me’zûniyyet dönemlerdi, İstanbul, Üsküdar-Bağlarbaşı’nda bulunan, İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nün, Müdürü olan, Aydınlar Ocağı’ndan, yakın arkadaşım, Prof. Dr. Salih TUĞ Hoca’yı ziyâret ediyorum. Talebe’nin, husûsiyle, bu yıl me’zun olup, Diyânet Kadro’larında vazife almaları beklenilen me’zun olacakların durumlarını soruyorum. Hoca’nın verdiği cevaplar karşısında hayretler içinde kalıyorum. Hoca, sualime cevap olarak, “Bizim Enstitü’müzde, ehl-i Sünnet ve’L-Cemaat’in dışında kalan yetmişiki Fırak-ı Dâlle’nin hepsine mensup olanlar vardır,” demişti de hayretler içerisinde kalmıştım. 

Şubat 1979’da, İran’da, Molla, Şîa, Förs ve Sâsânî devrimi gerçekleşmiş, Şah Rıza Pehlevî, İran’dan kaçmış, İmam-ı Humeynî, Fransa’nın kendisine tahsis ettiği dev bir uçak’la İran’a dönmüştü. 

Türkiye’mizde, ba’zı Siyâsî partiler, İmam-Hatip, Yüksek İslâm Enstitüsü ve İlâhiyat çevreleriyle kendilerine, “İslâmî entelektüeller,” diyen bir kesim, İran’daki, Molla, Şîa, Förs ve Sâsânî hareketini, “İslâm Devrimi,” “İslâmî Hareket” zannettiler. Humeynî, Molla, Förs ve Sâsânî hareketine, devrimi’ne özenmeye başladılar. İran bu rejimi Türkiye’mize ihraç etmek için oluk oluk, para aktardı. Bir’den, yerden bitercesine, Memleketimizde, Şîî taraflı-İran yanlısı, 50’ye yakın gazete ve dergi çıkarıldı. Ba’zı İlâhiyat Mensubu hoca’lar, Radyo-Televizyon kanallarına çıkıp, Şîa’ya methiyeler düzdüler. Tâ, Yavuz Sultan Selîm Han’dan i’tibâren, Aziz Milletimizde oluşan, Şîa’ya karşı olağanüstü, hassâsiyyeti törpülediler. 

“Hak Mezhepler, sadece ehl-i Sünnet mezhepleri değildir, Şîa da, Şîî’nin bütün kolları da, Ca’ferî’lik, İmâmiyye, Zaydiyye gibi mezhepler de, hak mezheptir,” dediler. Daha da ileri gittiler, Peygamberimizi tasdik etmese de, sadece Kelime-i Tevhid’in birinci bölümüne inansa, “Allah’tan başka ilah yoktur,” diye inansa bile, Musavî Müslümandır, İsavî Müslüman’dır, cennete gireceklerdir,” dediler. 

Devr’in Başta Siyâsî Lider’lerinden, Merhûm Prof. Dr. Necmeddin Erbakan, seçim seyâhatleri cümlesinden, Bolu’da miting yapmaktadır. Tatil günü olmadığı ve eğitimin devam etmesi gereken bir günde, Bolu İmam-Hatip Lisesi Müdürü, Bekir Sobacı (Bilahare Millî Selâmet Partisinden Tokat Milletvekili seçilecek ve T.B.M.M.’sine girecektir.) bütün talebe’yi mitinge getirecek ve Erbakan Hoca’nın konuşacağı kürsü karşısında, Askerî nizam ile dizer. Erbakan Hoca, daha sonra siyâsî mahfillerde, çokça tartışılacak meşhûr cümlesini orada kurmuştu. “İmam-Hatip Okulları Bizim Arka Bahçemizdir.”

Merhûm, Erbakan, İmam-Hatip Okullarını hep arka bahçesi gördüğü için o devirlerde, me’riyyette olan, Kur’ân eğitimi ve öğrenimini neredeyse imkansız hâle getiren, Kur’ân Kurs’ları Yönetmeliğinin değiştirilmesine hep karşı çıkmıştı. Kur’ân Kurs’larını, hep siyâsî rekabet içerisinde gördü ve İmam-Hatip Okullarının alternatifi gibi mülahaza etti. “Kur’ân öğretim ve öğrenimi herhangi bir şarta bağlı olmasın, Halk Eğitimindeki diğer kurslar gibi olsun,” taleplerimizi, Millî Selâmet kanadı hep geri çevirmişti.

Yine bu yıllarda. İstanbul’daki İmam-Hatip Liselerinden birisinde Hoca olan bir arkadaşım anlatmıştı. İkinci Devre son sınıflara tefsir ve hadis ders’leri veriyorum. Talebem’den birisinin, tefsir dersi hariç, bütün ders’leri çok iyi… Tefsir dersinden, tek ders’ten sınıfta kalmaması için gayret sarf ediyorum. Öğrencinin velisi, babası da, oğluyla çok yakından alakadar. Kendisini odama da’vet ettim. “Bak oğlum! Bütün ders’lerin iyi, bir tek tefsir dersinden problemin var, Baban da yakînen alakadar, sen de biraz gayret et, ben de kendimi zorlayayım, mümkün olduğunca notunu yükselteyim. Bir ders için sınıfta kalma! Sana da yazık, aile’ne yazık, senin için bu kadar masraf eden devletimize de yazık,” dedim. Sonra da, sınıfta derse geçtim. Öğrencimi kendi sırasında göremeyince, diğer çocuklara, arkadaşınız nerede? diye sorduğumda, başlarıyla arka sıraları işâret ettiler. Arka sıraya geçtiğimde, arka sıralardan birisinde upuzun uzanmış yatıyordu. Bu ne hal dediğimde:

- Hoca hoca! Bırak sen, Tefsiri, Hadis’i, buradan me’zun olsak, Yüksek İslâm Enstitüsüne veya İlâhiyat Fakültesine gideceğiz. Oralardan me’zun olsak, ya İmam-Hatip ya da Vaiz-Müftü olacağız. Sen bize kısa yoldan iktidarı nasıl ele geçiririz bunları öğret! dedi. 

Bu şartlarda ve bu zihniyette-fikriyatta, yetişen genç’ler. Gümüşhâne’li, Hımbıl, Karınca Ezmez Şevki, etliye-sütlüye karışmayan, Lütfi Doğan’ın Diyânet İşleri Başkanı olduğu yıllar’da, Yardımcısı, azad kabul etmez bir F.T.Ö. Deccâli hayranı, Yaşar Tunagür tarafından zulmen tasfiye edilen, ehl-i Sünnet Muhterem Zevâtın yerine, Diyânet Merkez Teşkilatındaki, taşrada İl ve İlçe müftülük ve vaizliklerine, boş bulunan kadro’lara ta’yin edildiler. 

Yaşar Tunagür, Diyânet İşleri Başkan Yardımcılığı’ndan alınıp, Çorum İli’ne vaiz olarak sürgün edildikten sonra, Diyânet İşleri Başkan Yardımcılığı’na getirilen, Dr. Tayyar Altıkulaç’a, “Bu insanların ne günahı vardı da, Türkiye Haritası üzerinde, iğne ile yerler aradınız, bu insanları sürgün ettiniz, ya da, Tenzil-i Rütbe ile tasfiye ettiniz,” dediğimde, “Yaşar Hoca hepsine tasfiye etmiş, bize tasfiye için kimse bırakmamış, bize de, Kur’an Kurs’ları Yönetmeliğinin tatbîk edilmesi düşmüştür,” demişti. 

Diyânet İşleri Başkanlığı tarihindeki bu en büyük tasfiye, ehl-i Sünnet mensuplarının tasfiyesinin altında sebepler muhtelif ise de, en müessir âmil, 1970’li yıllar’dan i’tibâren, teşkilatlanmaya başlayan, F.T.Ö. çetesidir. 

Diyânet, işte bu kadro’larla, post-modern hükûmet Darbe’sinin gerçekleştirildiği, 28 Şubat dönemiyle karşı-karşıya kaldı. 

Her hükûmet darbesi, Devletimizin temel kurum ve kuruluşlarını bir ölçüde tahrip etmiştir. Şüphesiz ki, her hükûmet Darbe’sinin arkasında mutlakâ dış güçler mevcuddur. 28 Şubat Post-modern hükûmet darbesinin arkasındaki dış güçler kadar, dâhilî, ihanet çeteleri de mü’essir olmuşlardır. Bu bakımdan 28 Şubat Post-Modern Darbe-i Hükûmetinin, Devletimizin kurum ve kuruluşlarındaki tahribatı çok büyük olmuştur. 

Bu dönem’de, Millî İrade bertaraf edilmiş, demokrasi askıya alınmış, devrin Cumhurbaşkanı, darbe-i Hükûmetin en tepesinde, omuzlarında yıldızları olmayan Orgenerali, devrin Başbakanları, birisi kendi öz bakımına bile muktedir olmayan bir zavallı, diğeri, dış güçlerin ve dahilî ihanet şebekesinin kuklası… “Koyunun bulunmadığı yerde, keçi’ye Abdurrahman Çelebi,” denirmiş misaline uygun, zahir’de bütün ipleri elinde bulundurduğu zannedilen bir Başbakan Yardımcısı var, tam bir kasaba politikacısı tipinde…

Mel’un, Deccâl, F.T.Ö.’nün tavsiyesiyle, Diyânet İşlerinin başına getirilen zât, Başbakan Yardımcısı’na, “Duyuyorum, benim yerine Diyânet İşleri Başkanı olarak ta’yin edilecek birisini arıyormuşsunuz. Ben’den ne istediniz de yapmadım. Benim yerine getireceğiniz zata ne yaptırmak istiyorsanız aynı şeyleri ben de yapmaya hazırım,” demiştir. 

28 Şubat kukla hükûmetleri, Diyânet İşleri için Başkan aramaya son verdiler, mevcud Başkan M.Nuri ile yollarına devam ettiler. 

Bu dönem, F.T.Ö.’nün, devrin Cumhurbaşkanı, Süleyman Demirel, Başbakan’ları, Bülent Ecevit, Mesud Yılmaz, 28 Şubat Darbe’sinin mi’marı, Amiral, Güven Erkaya, moon tarîkati’nin Türkiye Mümessili, Kasım Gülek, Moon tarikati mensubu, Deniz Baykal ile, kol kola, Devletimizin bütün kurumlarına, hulûl ettiği ve tahrip ettiği dönemdir. 

En ziyâde tahribat da Diyânet İşleri Başkanlığı’nda yapılmıştır. Bu dönem’de misâli ancak, komünizm’le idare olunan ülkelerde görülebilecek, Merkezî Kontrol Sistemi, ki, Merkezî Sistem ezan, Merkezî Sistem va’az yaygın hale getirilmiştir. Hutbe’lerde, Türkçe du’a mecbur edilmiştir. Hutbe’lerde, Hulefâ-i Râşidîn’in isimlerinin zikri yasaklanmıştır. Yine hutbe’lerde, “Allah katında din, ancak İslâm’dır,” Meâlindeki âyet-i Kerime’nin okunması yasaklanmıştır. 

Bu dönem’de, Diyânet İşleri Başkanlığı’nca yurtdışı temsilciliklerimize ve gönül coğrafya’mıza gönderilen, dinî müşâvirler ve her kademedeki din görevli’leri, sadece F.T.Ö.’lerden seçilmiştir. Pek çoğu da, bilahare, Yurdumuza dönmemişlerdir…