Sanki bir düşler ülkesinde yaşıyoruz. Olmayacak şeylerin olduğunu gördükçe insan, yaşamını sorguluyor neredeyse.

Bu nasıl olur? Böyle şey olacağını asla aklıma getiremezdim, asla…

Ancak ne yazık ki olup biten her şey gerçek…

Hiç düşünemezdik; Sovyetler Birliği yıkılacak ve komünist blok dağılacak da… Oralarda bağımsız devletler kurulacak da… Bu bağımsızlık devletler üzerinde türlü oyunlar oynanacak da…

Bir düşünün, bu “da” ların sonu var mı?

Hayır…

Çünkü dünya Soğuk Savaş dönemi bittikten sonra o kadar büyük bir değişim içine girdi ki; kim nerede, kim kimin yanında, hangi ülke kiminle ne amaçla işbirliği yapıyor; bunları anlamak için ciddi bir satranç oyuncusu gibi düşünmek gerekli…

Hem taşlarla ilk olarak atılabilecek adımları göreceksin hem de bir hatta iki-üç sonrasını düşünüp ona göre önlem alacaksın…

Lakin; gel de Türkiye’de olan biten şeylere bakarak böyle mi başka türlü mü oluyor, karar ver…

Anımsayalım:

Soğuk Savaş Dönemi, Sovyetlerin yeniden yapılanma sürecinden sonra çöktü. Pek çok –koşullu- bağımsız devlet ortaya çıktı. Koşulluydu, çünkü onlar için öngörülen rollerin dışına çıkma eğilimi olduğunda, gelip boğazlarına bir felaket yapışıverdi.

Bulunduğumuz Avrasya Dünyası’na ABD çok daha cüretkâr girmeye başladı. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) diye bir kement attı bölge ülkelerinin boynuna, çekiştirdi de çekiştirdi… Kimi can verdi, kimisi de yerden yere vurulup sürüklendi, iflahı kesildi. Bulunduğumuz bölgede ne yapıp edip enerji kaynaklarını elinde tutmak için, radikal hareketleri destekledi. Böylece en dincisinden en etnikçisine kadar pek çok topluluk ya da gruplar, ABD’nin kuklası olarak bölgede oyunlarını oynamaya başladılar. Bu güçlü ülkeden tırtıkladıkları şeylerle, onla da bölge devletlerinin genellikle bölünüp parçalanması sonucunu getirecek rollerine soyundular. Büyük oyunun kurucusu bir yandan demokrasi havariliğine soyunmuş görünüyor, öte yandan radikalizmi bölgede alabildiğine destekliyordu. 

Önce Afganistan İç Savaşı’nda, ardından Irak’ın parçalanmasında ve giderek Turuncu Devrim denilen saçmalıkla Kuzey Afrika ülkelerinden Fas, Cezayir, Libya ve Mısır gibi ülkelerde gerek sivil ve gerek askeri darbelerle, bütün rejimlere ağır bir neşter atıldı.

Güya hepsinde bir demokrasi ruhu vardı, ancak hangisinde bu ruh canlandı da eskisine göre daha çok bolluk, bereket; insanca yaşam, temel haklarda özgürleşme gibi gelişmeler oldu?

Hiç birinde…

Örneğin gerek El Kaide ve gerekse İŞİD gibi radikal dinci yapılar, bölgenin düzenini bozarak ABD’ye müdahale hakkını doğuracak ortamın hazırlanmasında üzerlerine düşeni fazlasıyla yaptılar.

ABD de bir kere otorite boşluğu oluşmaya görsün, bu boşluğu ustaca doldurdu.

Pekâlâ; Türkiye bunun neresinde?

Bana göre her yerinde…

Çünkü Türkiye bölgenin en gelişmiş, kaynakları yönünden zengin, stratejik ağırlığı ve ordusuyla birlikte en önemli gücüydü.

Üstelik kör topal da olsa bir demokrasisi vardı.

Esin kaynağı çok değişik tarihsel köklere sahipti; kimi ana akımlar iktidar yoluyla belli hedeflere yönelmeye çalışsa da ana gövdenin yönü ve duruşu belliydi.

Nasıl başka coğrafyalarda Müslüman Kardeşler, İşid ve El Kaide gibi dini gruplara meydan açılmışsa, Türkiye’de de FETÖ’nün ikbali parlatıldı.

Ordu, ABD’nin böl parçala yönet politikasının önünde en büyük güçtü. Onda önce cemaatçi örgütlenmenin o ya da bu biçimde önü açıldı. Ardından Balyoz, Ergenekon, Fuhuş ve Casusluk Operasyonları gibi akla zarar kimi operasyonlarla Türk Silahlı Kuvvetleri’ne en büyük darbe vuruldu. Sonra gördük FETÖ en gizli yerlere sızmış ve Türkiye delik deşik olmuş yönetim ve en gözde kurumlarındaki casusluk çalışmalarıyla bütün sırlarını ABD başta olmak üzere başka ülkelerin eline vermiş.

Fethullah Gülen Hareketi’nin 15 Haziran Operasyonu ile Türkiye’de bir darbe girişimi, her şeyi ayan beyan ortaya dökmüştür.

Ordu ağır bir darbe almış, en güvenlik kurum konumunda iken, bu konumundan hızla aşağı inmiş; hem coğrafyanın sağladığı riskler açısından bakılınca ciddi bir güvenlik açığı ortaya çıkmış hem de sisteme güven duygusu ciddi darbeler almıştır.

Buraya dikkat:

Unutmayalım bu operasyon, bölgenin en riskli biçimde her an bütün coğrafyaya ve hatta Pasifik ötesine yayılacak ölçüde güçlerin birbirlerine karşı pozisyon aldığı ve her an bir kıvılcımla büyük bir önce bölgesel ardından da dünya savaşına dönüşecek olasılıkların artığı ortamda gerçekleştirilmiştir. Allah göstermesin; Türkiye’yi bir anda içine alacak bir ateş çemberinde, hangi güç koruyacak ve böyle bir ortam olduğunda, ordunun kendi içindeki ayrışmayı bir anda iç savaşa dönüştürecek risklere karşı güvenliğini nasıl sağlayacaktır?

O nedenle bu süreç, ülkemiz için Sırat köprüsünden geçmek kadar zor koşullar taşıyor.

Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en önemli güvenlik zafiyeti ile karşı karşıyadır. Terör artmış, ordumuz resmen Suriye sınırından içeri girerek, eylemli olarak savaşın içinde yer almıştır. 

Şam’da Emeviye Camii’nde namaz kılma düşümüz bir türlü bitmiyor.

Bir anda başka güçlerin devreye girmesiyle büyük bir ateş çemberinin içine düşme olasılığı oldukça yüksektir.

Bunun örnekleri de vardır: Gerek Rusya’nın ve gerekse kimi beklenmedik gelişmeler üzerine ABD’nin, hatta Fransa, İngiltere ve Almanya’nın rahatsızlıkları görülmektedir. Çin bile bölgeye müdahil olmuştur ve düşüncelerini, beklentilerini açıkça belirtmektedir.

Bizim yapacağımız ne?

Kabul edelim; ulusal devlet eleştirisi, büyük Ortadoğu düşleri, yeni Osmanlıcılık ütopyaları ile Türkiye maceracı bir savruluş içinde sürüklenerek bulunduğu noktaya gelmiştir.

Geldiğimiz noktada önerileriniz; aklıselim sahibi olmak, akılla hareket etmek, sağlıklı dış politika izlemek gibi nedenler sıralayabilirsiniz.

Ancak hayır!

Bu tür beklentilerin yaşadıklarımıza bakarak aşırı iyimserlik olacağını söylemeye bile gerek yok.

Bana göre Türkiye derhal Suriye operasyonunu tamamlayarak her neyi amaçlıyorsa onları sağlayıp sınırları içine çekilmeli ve daha büyük risklere atılmamalıdır. Toplumsal birlik ve bütünlük bu gibi ortamlarda son derece önemlidir. Bu duygular canlandırılmalı, diri tutulmalıdır.

Asıl önemlisi nedir biliyor musunuz?

Hükümet ve ülkenin yazgısını elinde tutan öteki kurumlar aklını başına toplayarak, Türkiye Tarihi’nin son iki yüz yılını ve özellikle de son yüz yılını bütün önyargılardan arınarak ciddi biçimde okumalı, analiz etmeli ve elde ettiği sonuçları karşısına alıp, yani aynayı yüzüne tutup, kendisinin bu gerçekler karşısında nerede olduğunu algılamaya çalışmalıdır.

Bunu başarabilirse o zaman her şeyi daha açıkça görebilir.

Bir ülke kendi ordusu ile uğraşmaya başlamışsa, onun içinde paralel bir ordunun oluşumunu görmezden gelip buna göz yummuşsa, hatta ordunun yönetimini üstlenmiş komuta katı içine sızan sinsi yılanın kendisini yutacak keskin dişlerini görememişse…

Ne oldu?

İçiniz bayılır, nevriniz döner gibi oldu değil mi?

Evet, öyledir.

Akıl almaz işlerin ve masallarda bile olmayacak olağanüstü olayların tanığı olduk ve oluyoruz vesselam…

Kalp dayanmaz, nefes yetmez ve “Bitsin artık yeter” diye bağırmak istediğiniz bir kâbusun ortasındayız, bir an önce uyanmalıyız, bir an önce…

Yoksa karabasanlar basacak, kurdeşenler dökeceğiz…