Bir gün onun Dilaver Cebeci’nin yakasında Türk Bayrağı rozeti gördüm. Hayatımda gördüğüm en güzel rozetti. O zamana kadar da hiç rozet takmamıştım. Daire içerisinde çok canlı kan kırmızının içerisinde ay yıldız bulunan bu rozetin bana yaşattığı duygu ile şimdi Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün Asya yakasındaki Türk bayrağının geceleyin ışıkların aydınlatmasıyla verdiği duygu aynıdır. Bu duygudan dolayı ona rozeti nerede bulabileceğimi sordum. Beyazıt’ta bulunan Beyaz Saray’da bir dükkân tarif etti. “Selamımı söyle ve al. Sakın ha, para ödeme” dedi. Ben de dediğini yaptım. Yıllarca yakamda gururla taşıdığım bu rozet, çok seven bir arkadaşımın ısrarla ödünç istemesi ve benim de onu kıramamam neticesinde sırra kadem bastı. O günden sonra artık hiçbir rozet takmıyorum.
Dilaver Cebeci renkleri çok iyi bilirdi. Maviye ise bayılırdı. Mavinin Türküsü başta olmak üzere birçok şiirinde maviyi kullanmıştır. Çünkü mavi ona göre Türk’ün rengi idi. Özellikle Firuze Mavisi. Hatta bana firuze mavisinden otuzüçlük bir tespih bile hediye edecekti. Ancak şiirlerindeki hüzün duygusunun aynısını yılardır bana yaşatan hayatındaki imtihan buna imkân vermedi.
Türk Edebiyatı Vakfı’nın Çarşamba Toplantıları’ndan birisinde o konuşuyordu. Konu Türk şiiri idi. Programın sonunda soru-cevap faslı vardı. Bir kaç soru sorulmuş ve rahmetli Ahmet Kabaklı tam programı sonlandıracaktı ki, Dilaver Cebeci araya girerek bana hitaben; “Cafer, senin mutlaka sorun vardır” dedi. Bir sorum vardı ama orada sormayı düşünmüyordum. Bu sözden kuvvet alarak; “Hocam, Şimdiki Zaman Çekiminde Bir Mahkûma Mektup adlı şiirinizi size yazdıran duyguyu anlatabilir misiniz?” diye sordum. Çok memnun oldu. Çok ta duygulandı. Çünkü bu şiiri ona yazdıran; “Çankaya yokuşunda birlikte şarkı söylediği, bir ülküsünü bir de kendisini çok sevdiği, cezaevine ise sadece üstünde anasının dualarının bulunduğu seccadeyi gönderebildiği arkadaşı ile yıllar sonra karşılaşmaları ama birbirlerini tanıyamamaları” duygusu idi.
Bir seferinde tinerci bir çocuğa iki YTL vermişti. Ben; “Hocam bu nasıl olur. Tiner alacak” dediğimi hatırlıyorum. Üstelik aynı zamanda ilahiyatçıydı ve İlahiyat Fakültesi’nde de öğretim üyesi idi. Bana hitaben; “Önemli olanın başkasına bir şey verirken, verenin niyetinin ne olduğudur. Kendisinin de tinerciye para verirken çorba içmesini düşünerek verdiğini” söylemesi insani ve İslami açıdan bana verdiği önemli öğütlerdendir.
Yine bir gün onunla İstanbul Üniversitesi’nin, Eczacılık Fakültesi tarafından başlayan ve Esnaf Hastanesi’nden sağa kıvrılarak Süleymaniye’ye dolanan yolda karşılaştım. Dar’ul Ziyafe’ye gidiyordu. Selamlaşıp, kucaklaştık. Hal hatır sorduktan sonra da görüşmeyeli hayatımızda nelerin değiştiğini anlatmaya başladım. Benim o sıralar öğretmen olarak Bilecik’e tayinim çıkmıştı. Henüz başlamamakla beraber ona söyledim. Çok sevindi. Ve bana hitaben Ziya Gökalp vari bir nasihatle; “Bak Caferciğim. Öncelikle tekrar hayırlı uğurlu olsun. Yirmi beş yıl devlette öğretmen olarak çalışıp üniversiteye intisap eden birisi olarak tecrübelerim bana şunu öğretti;
a-)Öğretmenle öğrenci arasındaki ihtilafların yüzde doksan beşinde öğretmen haksızdır. Başka bir ifade ile öğrenci haklıdır.
b-)Türk Eğitim sistemi yüzde atmış olan normal düzeydekileri hedef aldığından dolayı yüzde yirmişer civarındaki normalin üstü ve altındakiler ziyan olmaktadır. Bu durum çok kötüdür. Bu nedenle çoğunlukla asla uğraşma. Adam gibi üç öğrenci yetiştirirsen dahi başarılısın” dedi.
Hiç bir zaman aklımdan çıkarmadığım bu iki nasihatin mutlak doğru oluğunu öğretmenlik hayatımda ben de tespit ettim.
Az önce Dar’ül Ziyafe’den bahsettim. Dar’ül Ziyafe Süleymaniye’de, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı’nın işlettiği Osmanlı mutfağına özgü yemekler yapan bir lokantadır. Dilaver Cebeci buranın danışmanlığını yapardı. Daha çok Cumartesi günleri gelirdi. Ben de randevu alarak bazı günler ona uğrardım. Yanına varanı asla aç göndermezdi. Eğer tok isek de mutlaka Osmanlı mutfağının muhteşem şerbetlerinden ikram ederdi.
Dilaver Cebeci’ye dair söyleyeceklerim asla bitmez. Daha şiirleri başta olmak üzere kitapları var. Hun Aşkı, Sitare Ve Sığınırım İçime, Şafağa Çekilenler, Asra Yemin Olsun ki, Tüm Şiirleri, Mavi Türkü, Devran name, Seyran name, Ben Kazan’a Gidiyorum, Evliya Çelebi Çocuk Kitapları Dizisi, Tanzimat ve Türk Ailesi, Türk’e Dair ve Divan Şiirinde Kadın ile kitaplaşmamış olan birçok makale ve yazısı da zaman içerisinde değerlendirilecektir.
Her fırsatta artık roman yazması gerektiğini söylerdi. Çok iyi de roman konuları tasarladığını ve bunları roman tekniği ile çok iyi yazabileceğini vurgulardı. Bu arzusunu gerçekleştiremedi.
Dilaver Cebeci ısrarla ve ısrarla üzerinde durmamız gereken bir şairdir. Sadece şair de değil aynı zamanda fikir adamıdır da. Yine, gerçek manada güzel Türkçemizin muhteşem bir öğretmenidir.
Şimdi yine Üsküdar’a gider, Doğancılar yokuşunu çıkarak Onun çok sevdiği Doğancılar Parkı’na varırım. Asithane’nin önünde dolanırım. Hüzünlenir ve duygulanırım. Önceleri onu görmeden asla dönemezdim. Şimdi ise onu görmem. Aramam da. Çünkü kahrolurum. İçime sığınır, geçmişin güzel ve anlamlı günlerinin hayaliyle geri dönerim.
Dilaver Cebeci aklıma her düştüğünde ; “Acaba benim için o,eserlerinden daha mı görkemlidir?” sorusu da onun ifadesiyle “akıldan sıyrılmış aklıma(!)” hep düşer.