Üzerimizdeki kıyafetlerimize sinen koku ve lekeler şehrin yansımasıdır. Şehri giyiyorduk her sabah aslında üzerimize. Kimimize geniş, kimimize dar geliyordu. Ve şehir kirleniyordu aslında üzerimizde, biz değil. Türlü insanların yarım kalmış hikâyeleri vardı bu lekelerin içinde.

Son romanım UÇURTMALAR KİRLENMEZ den, çöp toplayıcıların gözünden hayatı bazı sözlerimle paylaşmak istiyorum. Hayallerinden vazgeçmeyen gerçek hayatlardan söz edelim. Erdemiyle çalışan, emektar kardeşlerimizden. Geri dönüşüme sağladıkları katkıdan dolayı onlara ayrıca teşekkür ediyorum. Bu Dünya hepimizin. Tüm insanlar eşittir. Sadece hayalini gerçekleştirebilen ve hayalini gerçekleştirmek için uzun yol kat eden insanlar vardır. Ama her ikisinde de sonuç hüsrandır. Çünkü insanoğluna armağan edilen en büyük hediye erdemdir. Erdem ile gerçekleştirilen hayallerin hükmü vardır sadece. Gerisi teferruattır. Tıpkı kâğıt toplayıcı kardeşlerimizin hayallerinden çok karınlarını doyurabilmek için çabaladıkları gibi gerçektir hayat. Tüm soğukluğuyla.      Sizin çocuklarınız, sizin sunduğunuz şeylere burun kıvırırken, biz o kıvrılan buruna sebep olan oyuncağa, yiyeceğe sahip olmak için neler vermezdik? İmdadımıza bu gibi durumlarda yine konteynerler yetişmiştir. Evrene gönderdiğimiz isteğin yoğunluğu, çöp poşetlerinin içine gizlenip bizim bulmamız için paketlenip bekler. Yenilmeyen hamburgerin yarısı, tekerleği kopmuş yarış arabası, gözü çıkarılmış Barbie poşetten kurtulmanın hesabını yapar. Kırılan oyuncakların tekrar can bulduğu ikinci elleriz. Bulduklarımızı mahalledeki minik Ayşegül’ lere ya da yaramaz Hakan’ lara vermek için arabalarımıza gizleriz. Mahalledeki ufaklıkların umutlarıyız bizler. Yollarımız kimi zaman dört gözle gözlenir;
“Bugün bize bir şey var mı ?” diye.
Gözünün çıkmış, tekerleğinin kopuk oluşu zerre kadar etkilemez. En masum ve heyecanlı haliyle sahip çıkarlar. Öper, koklar, oynar. Alınan hediye olduğu gibi kabul edilir. Burun kıvrılmaz, reddedilmez. 

                                                                *

Sokaklarda yaşayan insanların duygusallıkla pek alakaları olmaz, olmamalıdır. Duygusallığın girdiği yere zayıflık girer. Zayıf insanların sokaklarda yeri yoktur. Hiyerarşik düzende kaybolup giderler. Enselerine vurup ağızlarındaki lokmayı almak isteyen onca insan cirit atıyordur sokaklarda...

                                                                *

Sırtımdakiler beni belirler mi? Kimliğimi ortaya çıkarmaya yeter mi? Ne düşündüğümü, neleri ayrımsadığımı, neleri sevip, nelerden nefret ettiğimi anlatabilir mi? Sırtımdakiler, sırtımdan indiği anda, kapı ardına asıldığında, sandalyeye geçirildiğinde, merdanelide sıkıştırılarak yıkandığında; temizlendiğinde, ipe asıldığında, mis gibi koktuğunda; tekrar sırtıma geçtiğinde ne değişir? Ben değişir miyim? Beni benim dışım değil, içim belirler…

     

                                                             

                                                                    //*çöp toplayıcılarının gözünden hayat*
UÇURTMALAR KİRLENMEZ/Meldazirek

Aslında yokum, varmışım gibi davranıyorum. Davranıyor muyum? Bilmiyorum. Var olmak için çabaladığımı pek düşünmüyorum. Var olmanın dayanılmaz hafifliği bana dayanılmaz geliyor. Üstelik hayat hiç de hafife alınacak kadar basit değilken. Belki de çok basit bir denklemin en bilinmedik bilinmeyen olduğum için böyle düşünüyorum. Bilmiyorum! Bilmek istediklerime doğru ilerledikçe çıkan onlarca, yüzlerce soru işaretlerinin tam da ortasından kendimi yırtarcasına geçiyorum. Her soru işareti bedenimi biraz daha kanatıyor. Soru işaretiyle dolu anlamsız labirentte hayatın laboratuvar ortamından başka bir yer olmadığı öğretilen zavallı fareye benzemeye başlıyorum, zaman içinde. Minicik bir peynir parçası için çabalayan ve onca gereksiz yolu arşınlayan. Labirent şimdiki tabirle 4K boyutunda ve hangi açıdan bakarsan bak peynir aynı noktada. Fare ise dolanan, etrafta dolaşan, zamanla aklı karışan. Zavallı fare! Oysa yazgın çok önceden belirlenmiş. Sınırların çizilmiş. Sana sunulanlara ulaşmaya çalıştığın zamanı labirentin dışına çıkmak için çabalasaydın, belki şu anda kendi ellerinle yazgını değiştirmiş olurdun. 

Olsun! Canın sağ olsun. Sağlık versin, bir dahaki sefere! Hep bunlarla avutulmadık mı? Söyle zavallı fare?  Lağım yerine labirentte dolaşmana izin veren bu ne idüğü belirsiz yaratıklara teşekkür edeceğine kafa mı tutuyorsun? Yok daha neler? İtaat ve düzene uyum sağlamak. Öncü vazifelerin arasındadır. Sevilmek istiyorsan üç maymun hep kafanda canlanmalı! Dikenin gülü var diye sevinmek yerine gülün dikeni var diye üzülmeni istediler, değil mi?

Aslında varım, yokmuşum gibi davranıyorum. Tutturulan kara düzenin içerisinde kendime aydınlık bir oda oluşturmaya çalışıyorum. Her yer tozlu, kir pas içinde. Fareler lağımda yaşar. Pis koku içerisinde. Her insanın beslendiği bir kaynak var ise, benim çıkış kaynağım fare olmalı. Benim bir boyutum yok. Enim, boyum, saçım, başım. Kollarım, ayaklarım. Mesela sesim yok. Ama çok güzel şarkı söylerim. Kimse duymasa da söylerim. Organlarım duyar, ruhum duyar, ben duyarım. Bir de tabi ki, fareler. Notaların gücüne inanan, tılsımıyla hareket eden sevgili farelere seslenirim. Onlar anlar beni. Dışarıda herkes sağır. Notalarım onlara küfür gibi gelir. Bu yüzden ben de artık laboratuvar ortamında yaşıyorum. Labirentte oynamak, oynaşmak, yatı, kalkmak çok güzel. Güzel olduğuna inandıranlara ağız dolusu teşekkür ediyorum. Artık gözlerim kamaşmadan karanlığa bakabiliyorum. Kimsenin görmediği 4 boyutlu aydınlık odamda peynirimi tırtıklıyorum. Afiyet olsun!

Sevda kaçsın çayınıza