17 Ağustos 1999 Salı akşamüstü İstanbul Avcılar Anbarlı’da deniz kenarındayım. Çok sıcak bir gün, buraları henüz liman sahili değilken, deniz kenarındaki ıssız kayalıklarda oturur şiirler dizer dakikalarca denizi  izlerdim. Bazen koyu mavi, bazen yeşil mavi renk alarak beni kendine çekmeye çalışan bu Su Şehri’nin, gizemli hâli merakımı artırır derin zamanlara dalardım. Ancak bu dalışlarım sırasında o günün gecesi olabilecek depremi görememiş, sezememiştim.

Marmara yine Mavi Marmara idi, insanlar yine ellerinde gazete kağıdına dolanmış şarap ve diğer içecekleri ile kayalıklarda sesiz sakin konaklıyorlardı. Gerçi Küçükçekmece Gölü’nün renginin değiştiğini, su sıcaklığının arttığını mahallede sokak arası kadın sohbetlerinde duymuştum ya; o zamanlar depremden önce bu tür tabiat olaylarının gözlenen değişimlerinin, deprem habercisi olduğunu bilmiyordum. Ben depremlerin insan ruhunda yaşananlarına depresyon dendiğini çok önceleri yaşayarak öğrenmiştim. Ancak denizlerin depreşebileceğini, yeryüzünün, gökyüzüyle ay ve güneş tutulmalarıyla bağlantılı olarak birlikte depreştiklerini bilmiyordum.

Ağustosun deprem günü,  Avcılar Askerlik şubesinin önünden dolmuşla Küçükçekmece’ye giderken, gözlerim sıraya girmiş intizamlı kalabalığa takıldı, ellerinde celp kağıtlarıyla  kayıt yaptıran asker adayları, bu çok sıcak günün öğlen saatinde  kuyrukta kayıttaydılar. Ancak nöbetçi asker başını siper torbalarının üzerine  koymuş bitkin bir halde uyur gibiydi, bu durum benim çok dikkatimi çekmişti, 1999 Ağustos depreminden 15 yıl sonra şimdi bile gözlerimin önünde aynı manzara. Oysa ben nöbetteki bir askerin dimdik çakı gibi ayakta durduğunu bildiğim için bu sıradışı durumun deprem gününde olması gerçekten de tabiat ve insanlar üzerinde garip işaretlerin görüldüğü savını kanıtlıyordu.

17 Ağustos deprem gününden üç gün öncesi çok şahane bir güneş tutulması yaşamış, yurt dışı misafirlerimizle birlikte tüm yurt genelinde o platin rengi ışığı, gözlüklerimizin arkasından da olsa izlemiştik.   

Sanıyorum eski yaşanmışlıklara dayanılarak insanlar yeni dedikodular üretiyor, bu çok etkili sosyal haberleşm e(dedikodu) ağıyla bazı afet öncesi işaretleri birbirimize ulaştırmış oluyorduk da; tedbir almak gibi bir fikri akıl edemiyorduk, eskiden depremlerde büyüklerimiz  ölmenin dışında ne yapmışlar diye soruşturmuyor, araştırmıyor, uyuyorduk evet evet uyuyorduk yine uyurken deprem bizi yakalamıştı.

-Annneeeee Anneeeeee kalk deprem oluyorrr…

Kızımın beni sarsmasıyla uyandım. Pencerelerden içeriye doğru şimşek çakar gibi mavimsi bir ışık sanki elips çiziyordu, kulağımda derin bir sessizliğin korkunç uğultuları, eski teksas filmlerindeki müziğin ıslığı, yahut bozkırın isyan fırtınasının çıkardığı uuuuuu sesini andıran eski zamanların yeraltından seslenişi.. ACILARIN ŞAFAK SERENADI tarifleyemediğim, tanımlayamadığım bir durum işte!

Yataktan fırladığım gibi dış kapıya doğru koşuyorum, annemin sözleri hızla aklımdan geçiyor, depremde kapılar sıkışır açılmazmış, o sebeple ilk önce kapıya koşup açmak lazımmış, kapı sıkışmış deyip açılabildiği kadar aralıktan bacağımı sokup o boşluğu,  yaşama açılan nefeslik anlamında ayağımla, ayakta tutmaya çalışıyordum. Bir taraftan da oğluma tek kişilik  yatağını pencereden aşağı at üzerine kardeşlerini ellerinden tut aşağı bırak diye yol gösteriyordum, ev altı katlı olup biz birinci katta oturuyorduk. Odasının eşik üstünde gözleri faltaşı gibi açılmış elleriyle kapı kenarlarına tutunmaya çalışan büyük oğlum, sarsıntı hafiflediği anda bana koşup  kapıya destek olmak istedi, beni aradan çekip kapıyı sarsınca:

- Anne kapı sıkışmamış emniyet kilidini açmamışsın, dedi. Unutmuşum.

Emniyet kilide de ne demekti ki, ben kapısı sadece kapatılan, kilitlenmeyen konaklarda büyümüş, güvenilir zamanların çocuğu idim, elbette ki hayatımız da sonradan öğrendiklerimizi çabuk unutacaktık. Toplum olarak da bu duruma adapte olamamıştık ve deprem sonrası yapılan kapılarda deprem kilidi artık yapılmamaya başlanmıştı, zira bu kilidi acil durumlarda  açamayarak, kaçamayan yiten hayatların sayısı kabarıktı.

Oğlum kapıyı açtı, hepimiz birden kapının önüne çıkıp  karşı komşuyu elinde mum ve kedisini kucaklamış halde görünce, kadıncağızın bana şaşkın gözlerle

“Komşum sana hırka vereyim mi?’ demesiyle kendime geldim.  

Çıplakmışım, yatak odamıza doğru koştum meğer kapı değilde dolap sıkışmış yatak odamızın gardrop duvarı pencereden bahçeye doğru göçmüş, dolabın üzerinde ki kışlık bohçalar hurçlar aşağı düşmüştü. Bu felaket panayırından elime ilk gelen  urbayı giyindim, bu acil durum kıyafetim belki yadırganmayacaktı, çarşaflara ve battaniyelere sarılmış çıplak  depremzedelerin yanında hayli giyiniktim fakat yine de tarifliyorum, üzerimde siyah sütyen ve altımda eşimin siyah kürt şalvarı!

Çocuklarım, eşim merdiven başında bekleşiyorlar bende siz çıkın diye bağırıyorum da  ne mümkün merdivenler yok, o beton yığıntılarının arasından mermerleri kenara kaldırıp  uğraştık kendimizi dışarı attık,sonradan bu merdivenlerin perde beton olarak yapılması gerektiğini öğrenecektik. Karşımızdaki komşunun evi,  bitişik  ilkokulun bahçesine uçmuş yerle bir yatıyordu, o toz bulutu, yanmış hayatların tüten bacası gibi göğe yükseliyordu, ortalık sadece toz bulutuyla sarı gri bir haldeyken, sesiz bir çığlığın nefes alınmaz boğucu yalnızlığını yaşıyorduk. Birbirimize sarılmış halde boşlukta yürüyorken,  bir adamcağız bağırıyordu 

- Su su su verin

- Elimizdeki damacanayı ona verdik yan tarafta alışveriş merkezinin olduğu yedi katlı bina göçmüş, göçük altındaki bir kişiye su götürmek nasıl bir şey anlamadan öylece bakıyorduk sanki insanlar kaçmışlar da evler yıkılmış gibi düşünüyorduk, altında kimse varmı fikri aklımıza gelmiyordu, şok olmak bu olsa gerek.

Küçük oğlumu en son uyandırmıştık o şok olmamıştı durumu anlamış olmalı ki bu evde arkadaşım oturuyor deyip ablasının elinden kurtulup yıkıntılara doğru koştu, bizde arkasından koşuyorduk, o anda uyanmıştık, çocuğumuzu yıkılabilecek duvarların altından uzaklaştırmak adına dur gitme dur diyerek ilk tedbirimizi almıştık. Sağımızda yıkıntı solumuzda yıkıntı ,depremin avcılardaki av sonu  manzarasın da yer almış bizler canlı  bir tablonun ruhsuz resimleriydik.

Battaniye ve çarşaflara sarılmış insanlar yıkıntıların başında telefonlar çalışmıyor yardım gelmedi gibi konuşmalar yapıyorlar. Çocukların kanı donmuş misali  renkleri kaçmış beyaz sarı tuhaf bir durumdalar,  eşime nereye gidelim dedim ,    

- Camiye gidelim dedi ,

- Camiye gitmek?

Sanırım camilerin her şartda ayakta kalacağına inancımız tamdı, yahut  garibanların gidecek yeri olmayanların camiye sığınması geleneklerimizdeki huyumuzdanmı nedir, işte tüm bu şartlanmışlıklarımız gereği ilk aklımıza camii gelmişti ve biz de oraya gittik. Alacakaranlıkta  camii bahçesine vardık ki iğne atsan düşeceği yer yok, insanlar battaniyelerini sermişler bitişik nizam yatıyorlar gecenin üçü, geçi, sabahın eri, körü,  mecburen biz de çimenlere uzandık, fakat  uyumak ne mümkün, ilk ışıkla göz göze geldiğimde güneşin;

- Ben yaşamım tutulursam ölürsünüz’’ dediğini anlar gibiydim.

Lütfen Sevgili hayatım güneşim  artık tutulma,

İlçemiz karantinaya alınmış, evlerimiz geceleri mezarlık, gündüzleri kazı alanı ürkütücü, hayalet görüntüsünde mutlu anıları gömmüş olarak öylece  duruyordu.

Deprem sonu günler nasıl da uzamıştı, Avcılar da çevre ceset kokuyor, rüzgar toz esiyordu, ezanlar  sadece selaya dönüşmüştü. Çadır kentin  varoşlarında şoklanmış  insan kalabalığı olan  bizler  hedefsiz ve tutarsız yaşıyorduk.Yıkıldığımız günün sonrasın da depremin artçılarıyla, öncüleriyle yata kalka tedbirler almaya  çalışırken,  belediyelerin afet acil birim kuyruklarında sıramızı bekliyor okullara, yurtlara kamuya ait boş sağlam konutlara yerleştirilerek, yaralarımızı sarmaya çalışıyorduk.Birkaç gün sonra kapı arasında sıkışarak, mosmor olmuş bacağımla topallayarak yürüyordum, bazen   nöbetçi askerin izniyle birkaç özel eşyamı almak istesem tam daire kapımızın önüne geldiğim de  başım dönüyor kalbim hızla çarpıntılarda askere gel beraber girelim demeye çekiniyor, korktuğumu belli etmemeye çalışıyordum. Bu kriz halini yaşamamak için liste yapıyor ve bir daha gelmemek üzere ne varsa almaya çalışıyordum ki ikaz ediliyordum sadece beş dakikada ne alabilirsem ve o ruh haliyle tekrar artçıların tetiklediği bir depreme yakalanmak korkusuyla birkaç eşyamı alıp çıktığım da savaştan çıkmış öncü birlik askerinden farkım kalmıyordu.

Eşim iki oğlumuzu alarak bir aile dostumuzun yazlığına gitmiş  bende iki kızımla üniversitenin yurduna yerleştirilmiştim,büyük kızım o sene özel bir hastanede hemşire olarak göreve başlamıştı .Nöbetçi olduğu gece hastanede, sarsıntıda sağa sola fırlayarak çarpan kırılan serum şişeleri arasında, devrilen hasta yataklarına tutunarak şiddetli bir deprem travması yaşamıştı, nöbetçi olduğu katta ki  kaçamayacak onca  hastanın sorumluluğunu derinden hissetmiş, deprem kalıntıları arasında değilse bile, bu sorumluluk altında ezilen ruhu onu perişan etmişti, konuşmuyordu ve uyumuyordu, artık hemşirelik yapmayacağını söylüyordu.

Ailece hepimiz nöbetleşe saat gece yarısı üçü, beş, on dakika geçesiye kadar uyumuyor deprem bekçiliği yapıyorduk.Bu sendromlarımız tüm halk arasında yaygınlaşınca deprem travmasını atlatamayanlara  ve toplumun psikolojik halini düzenlemek adına özel kliniklerde ve deprem yardım birimlerinde psikiatristler görevlendirilmiş, insanlar yığınla tedaviye alınmıştı.

Kırmızı damgalı duvar ve kapılarıyla evlerimiz  sıcak yuva özelliğini yitirmiş , yaklaşmaya korktuğumuz ağır hasarlı,orta hasarlı,hafif hasarlı,ünvanlarıyla ayakta kalmaya çalışan hasta  gibiydiler, zaten kısa bir süre sonra emlakçı doktorlar tarafından yok fiyatına bedava gibi toplanmıştılar. Kendimize yeni mekanlar aramalıydık, sanırım birkaç ay gözlerim kiralık evlerin giriş katlarında ki daireleri aramıştı. Zira sarsıntıda hemen kaçabilirdik,maalesef herkes de ben gibi düşündüğünden, o daireler dolar ve yüro ile kiralanmış hemen dolmuştu,  yüksek katların öylece boş kalmalarına bir çözüm üretilmiş halk bilinçlendirilerek kiraya çıkmaları sağlanmıştı şöyle ki;

Uluslararası deprem savaşçıları olarak bilinen Japonlar  ne demişler; “DEPREM SIRASINDA YUKARI ÇIKINIZ, BİNA ÇÖKERSE SİZ YIKINTININ ÜZERİNDE KALIRSINIZ”

Bundan sonra da  aradığım kiralık daireler de bu özelliği gözetecek çocuklarımla hesap yapacaktım,ev 12 katlı yarıya kadar yere gömülse demekki biz 6.kattan itibaren  daire bakalım zaten bu gökdelen misali binalar sallanıyormuş fakat yıkılmıyormuş sadece yere batarsa da yüksek katlardakiler üstte kalıyormuşuz.Hayli bir zaman da böyle ev aramıştım.

Cam ve ağır avizeler yerini daha hafif ve kırılmayan başımıza düşünce acıtmayan,öldürmeyen maddelerden yapılmış  ışık saçarlara bırakmış, dolaplarımızı duvara sabitlemiş sarsıntıda buzdolabı veyahut sağlam metal eşyalardan birinin yanına baş kollarla saklanmış olarak pozisyon almayı öğrenmiş, evimizin bir köşesini deprem acil malzemesiyle çantalamıştık. Çeşitli şekillerde radyosu, feneri, düdüğü olan ışıldaklar üretilmiş depremle yaşamayı öğrenmeye başlamıştık. Deniz kenarına yaklaşma tusinami gelir, camii minaresine yakın yürüme devrilir,asansöre binme  düşersin, apartmanda merdivenlere çıkma tekin değil,dışarda geçitlerin altında durma açık alanlara koş, tüm bunları öğrenmiştik. Mahalle aralarında  birçok noktaya deprem konteynırları konulmuş, okullarda hastanelerde ve kamu alanlarında deprem tatbikatları yapılır olmuştu. Akut gibi acil yardım birimleri oluşturulmuş, yer kabuğu yenilenirken parelel olarak sosyal hayatımız ve ekonomik hayatımız da  farklı bir boyuta geçmişti. Zaman zaman endişelerimiz depreşiyordu her ne kadar ilaçlarla uyuyabilmiş olsakta unutamamıştık. Aklıma  paranoyakça fikirler  takılıyordu acaba Amerika’mı fay hattımıza alttan birşeyler dürttü, yoksa Asya’daki savaşlar sebebiyle, üstten toprağın bağrına  ekilen kurşunlarla, bombalarla  deprem oluşuyor vs.

1999 Ağustos depremimiz  ardından gelen artçılar  fay kırıklarımızı tetiklememiş, ancak ekonomik ve sosyal hayatımızdaki boşluklarımızı hayli tetiklemişti, depremin yaşandığı bölgelerdeki  sağ kalan insanlar maddi manevi kayıplarla beraber yer değiştirmiş sosyal anlamda yaşamları sağlam zemine oturamamış bir topluluk oluştururken, ekonomik anlamda  üst üste yaşanan ekonomik krizler hep bu artçıların tetikledikleriydi.Bu gün hâlâ bir türlü yıkık yerlerimizi delik ceplerimizi, kırık kalplerimizi ve  yarın ki kaygılarımızı onarabilmiş değiliz.

Yazıyı hazırlarken o günleri yaşıyor gibi olmanın verdiği üzüntü ile geç kaldığımı düşündüm. 17 ağustos geçti  geç kaldın herkes kalemiyle kazı yaparcasına  tekrar yazdılar depremi hatırlattılar dedim kendi kendime!

Fakat vicdanım yaz diyordu, hep güncel olan bir olayın geç kalmışlığı olmaz.

Değil ki İnsan canlı ölümüne yol açacak felaketlerden Allaha sığınırım ,umuyorum ki daha

bilinçli ve etkili deprem savar yöntemler bulur ve uygularız. Felaketsiz yarınlar dileğimle saygılar.