12 Eylül 1980 darbe sonrası; zamanın ileri gelenlerinden bir kişi halka şöyle sesleniyordu, ’’Çatıda yangın Çıkar, İtfaiye de gelir suyu çatıya sıkar, yangın söner, ancak alt kattakiler de ıslanır’’ diyerek; Biz masum olanların da ceza çekmek konusunda nasibimizi alacağımızı belirtmişti.
Darbeyi takip eden ilk 4.gün eşim Pirin Palas denilen (Adıyaman-Pirin  Yatılı Bölge Okulu) yerde göz altına alınalı bugün yirmi  gün oldu. Memur maaşımla iki çocuğumuz,  ben ve kız kardeşim olmak üzere dört kişilik bir aileyi geçindirmek zorundaydım. Her öğlen hapishaneye yemek yetiştirmek ve kilometrelerce uzağa mecburi taksi tutmak elbette çok para gerektiriyordu. Eskiler derler ya ‘’Ben Mezara Sen Mezat’a’’doğrudur sevdiğiniz ölmüşse sizde pazara düşersiniz. Parmağımda ki yüzükle başlayıp elde avuçta ne varsa satıyordum.
Adıyaman da altın bir başka değerlidir, satın alırken kazanırsınız da satarken yarı fiyatına elden çıkarırsınız. Manevi değeri ve anlamı olan bir altın eşyanızı satarken, maddi zararınızın yanı sıra, bir de kuyumcunun ucuza almak çabalarına katlanır, utana sıkıla ter dökersiniz.
- Bacım sen bunu niye saton ki?  bunda ad yazılı, benim işime yaramaz ahan atom hurdalığa  bunlar eritilor, yeniden işlenor.
Yüzüğümün iç kısmında  eşimin adı yazılı evlilik alyansımı, sarraf dişleriyle ezip kalite kontrolü yapıyor sonra pislik bir şeymiş gibi tezgahın kenarında küçük bir  tabağa fırlatıyor. İŞTE BİZ EŞİMLE O GÜN  AYRILIYORUZ! 
“Ölüm ile Ayrılığı Tartmışlar, Elli Gram Fazla Gelmiş Ayrılık’’ bizden öncekiler ayrılıkları yaşamış böyle söylemişler. Bende yaşıyor ve yazıyorum,
Sen ve Ben
- Sen Geçip Giden Güne, Günlere Mahkumsun ,
Ben Sensizliğe,
Yoksulluğa,
Yalnızlıklara ve Mutsuzluklara
 Ben Geçmeyen Zamana
Ayrılığa,
Ben Umuda Mahkûmum.
Evde ki bakır kapları da satmam lazım acaba nereye satsam. Çocukluğum da babam evimizin, antika değerindeki bakır sinilerini, balyozla  ezerek götürüp satardı. Ne tuhaf! Biz insanlar birkaç kuşak bazen zamanın hiç beklenmedik bir yerinde, ortak bir noktada buluşuyoruz, yollarımız kesişiyor meğer adam ev eşyasını satmaktan utandığı için eskimiş de satıyormuş anlamın da kırıyormuş. Şimdi babamı çok iyi anlıyordum.
Adıyamanlı komşumuz Nezire teyzenin sözünü anımsadım “Malın varmış da satormuşsun kime ne.’’
Cesaretimi topladım ve bakırları çuvala doldurup taksiye koyduğum gibi doğru bakırcılar çarşısına. O’ zamanlar bakır eşyalar makbuldü kırmızı altından sayılırdı.
Altın merakım yoktu ya, bakır kapları taksitle alarak hayli biriktirmiştim.
Büfelik süs eşyasından tutun da, soba üzeri su kazanları, tencereler, taslar, tepsiler çok da güzellerdi. Adıyaman’ın Eski bakırcılar çarşısının tarihi mistik bir havası vardı, Nasıl tariflesem kendimi eski Osmanlı saray çevresindeki çarşılarda gibi hissediyordum.
Dışarısı güneşten kaynarken çarşının içinde koridor boyunca tatlı serin bir esinti olurdu, insanlar dükkanların önünde, tabureler üzerinde ya çalışır, yada çaylarını yudumlarken sohbete dalmış olurlardı.
Elbette çarşıya başım açık gitmemiştim. Üzerimde, Hizar dedikleri (siyah çarşaf) giyinmiş olmanın rahatlığı vardı, kendimi kabuğuna çekilmiş bir kaplumbağa gibi güvenli  ve rahat hissediyordum. Fakat açık gitmiş olsam bile o insanlar hepsi başı öne eğik, bakırı nakşetmekle uğraşan sanatkâr insanlardı, bir kadını rahatsız etmeyecek kadar asillerdi..
Bakırın, her desen ve çizgisine vurulan çekiç seslerinin çıkardığı, o müzikal akustiğe kapılmış yürüyordum. Sarı, kırmızı bakırsı ışıltıların göz kamaştırdığı bir maden ocağı havzasına girmiş gibiydim. Bu çarşı gerçek bir Sanat Atölyesiydi.
Ulucami’den gelen ezan sesi keski seslerini, bir anda susturur, insanlar abdest almak telaşına düşerlerdi, ben de kaç kez öğlen ezanı vaktine denk gelmiştim, dükkanlar namaza gitmeden hemen işimi halletmeliydim. Yaşlıca bir beye dedim ki:
- Amca benim hiç kullanmadığım bakır eşyalarım var tayinim çıktı gideceğim satmam lazım kim alır? Parmağıyla işaret etti
- Aha şu karşı tükende ki ıhtıyar  yarı fiyetine alor,
deyince sevindim. Bu parayla bir ay eşime yemek yapıp götürebilirdim. Zaman geçmesin diye acele ediyordum, daireden öğlen yemek saatimle, oğlum küçük onun süt saatini birleştirdim, iki saatimi bu yemek işine eşime ayırdım. Her öğlen pirin palasa gidiyor, en az beş kişilik yemekle beraber eşimin adını yazdığım bir pusulayı kapıdaki nöbetçi askere verip dönüyordum.
Herhangi bir selam veya haber, sevgi sözcüğü, hatır sorma gibi cümleler yazmıyordum. Zira şifreli konuşma falan sanıp beni de tutuklamalarından çekiniyordum. Ancak eşimi ve arkadaşlarını bir nebze mutlu etmek adına, güzel ve ünlü yöre yemeklerini yapıp götürmek istiyordum.
İçli köfte malzemelerini akşamdan hazırladım, sabah komşuları çağırdım cezaevine yemek gidecek şu köfteleri açmamız lazım deyince kadınlar hemen koşup geldiler, ustalıklarını gösterdiler, çıtır çıtır içli köfteler hazırladık, hem de yenmesi kolaydı, bulaşık çıkmazdı, bir oda da  en az yirmi kişi kalıyorlarmış diğerleri de götürürse bir sofrada doyarlar diye düşünüyordum ki; içimiz de en yaşlımız Nezire teyze
- Emeğinize de kıymom amma bir şey duydum yemekleri bizimkilere vermolarmış, kuru somun verip yemekleri de çöpe, tuvalete dökolarmış’’ dedi.
Çözüm üretmeli araştırmalı ve hepimizi rahatlatacak bir yol bulmalıydım, kızım üç yaşındaydı babasının resimlerini gösterip bu yirmi beş günlük unutulmuşluğu silmek istiyordum. Babasını görünce hemen tanımalı bana da gördüğünü söylemeliydi. köfteleri tepsiye dizdim kızımı da alıp Ceza İle Eğitim Evi(Pirin Palas)ın yoluna yürüdüm. Önce orta yaşlı uzatmalı çavuş dedikleri bir kişi vardı, çok sert ve alaycı bir ifadeyle beni karşılıyordu, bir defasında eşim hangi katta acaba diye sormuştum da  adını söylediğim de;
- Haa O mu? Onu Adana ağır cezaya sevk ettiler” deyince, başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü, yemek elimde geri dönmüştüm, fakat inanmamıştım.
Gerçek bir haber almalıydım, işte yine o adam ordaydı, geride durup başka bir nöbetçi asker arıyordum. Tam da dualarım bana yetişmiş genç bir asker kapıda görünmüştü ,hemen kızımı kucağıma aldım asker kardeş, kızım hasta geceleri uyumuyor, ağlıyor, babasını çok özlemiş, şöyle bir uzaktan gösterir misin, Allah rızası için dedim.
Asker; o genç yaşına rağmen, kızımı şefkatle kucağına aldı, yemeği de diğer arkadaşının almasını söyledi içeri gittiler, O’na  o kadar güvendim ki döndüğünde sevindirici müjdeli bir haber alacağım içime doğuyordu, fakat ihtimalleri de düşünmüyor değildim, ya eşim gerçekten yoksa Adana’ya gönderilmişse, kızımı da vermezlerse, araba da ağlamaya başladım. Bu ben miyim yaaa. dünyayı değiştirecek enerjiyi  sol yanımda tutan  bu ben miyim? Şoför sigarasını yaktı dışarı çıktı volta atıyor, bende rahat rahat ağlıyordum, bir ara camdan eğildi yenge hanım gözün aydın  geliyorlar deyince, sanki eşim de geliyormuş gibi algıladım dışarı fırladım, Oysa ki asker kızımı getiriyordu.
Hemen çocuğumu kapıp kucakladım, babanı gördün mü biroş?  Kızımın adı Birivan ama biz ona kısaca biroş diyoruz devamlı soruyorum biroş babanı gördün mü resimdeki Mustafa babanı.
Çocuk gülüyor ve “mıttafa babacığım’’ diyordu, o zaman gerçekten babasını gördüğünü anladım fakat asker sen var ol, kızımın cebine koyulmuş küçük kağıt parçasını bana o verdi, çocuk unutabilirdi bilmezdi katlanmış kağıt parçasını kocaman bir asker mektubu gibi alıp çantama koydum. Kim bilir eşim neler yazmıştı askerin yanın da utandım bakamadım, eve gelir gelmez açtım,
Bu küçük kâğıt parçası bana nasıl da kocaman bir mektup gibi görünmüş içinden alacağım bir haberin büyüklüğünü hissettirmişti.
Fakat okuduğum cümleyle şok oldum. Eşim; “BİR DAHA SAKIN GELME BURALARA” diye yazmıştı.  Tüm bu belirsizlikler ve acılar içinde her şey daha da çözülemez meçhullere sarılmıştı.
Kızımı tekrar sorguya çektim Birivan; sen bu resimdeki Mustafa babacığını gördün mü kızım. Başını sallıyordu, mıttafa babacığım.
Gözüm odanın köşesine dolayıp diktiğim Isparta halısına takıldı, onu da satmam lazım her ne kadar pirin palasa gitmem yasaksa yemek götürmeyeceksem de kış için odun kömür hazırlığı yapmak lazımdı, yok canım bu halıyı nereye satacağım ki hiç kullanmadım taksitli borcu da henüz bitmedi ancak paraya ihtiyacımız var. Emekli sandığından borç para istemeliyim, hani şimdiki gibi kredi kartları bankalardan kredi almak yok o zamanlar, yoksullukla beraber alternatifler de yok, Ak akçe kara gün için deyip üç beş kuruş biriktirmek lazım ya memur maaşıyla da ancak ev kirası ve bakkal parası ödenebiliyordu.
En nefret ettiğim şey Avrupa filmlerinde ki gibi olayların sonunu romantikçe bağlamak adına seyirciye yâda okuyucuya bırakan film ve kitaplar. Sırf bu yüzden sözlerimi Sonuçlandıracağım.
Eşim kırk birinci günü eve döndü, ben de önce mektupta neden öyle yazdığını sordum kızımı görünce korkmuş,  ailece hepimizi pirin palasa tıkacaklar sanmış, ben de
İyi ya beraber balayı yapardık dedim, fakat çiğ bir espri oldu zira orası yatılı bölge okulu idi otel değildi, eşim de kırk gün bodrum katın da kalmıştı.
Halıyı eşimin omzuna verdim, bir akşam karanlığında kimseler görmeden arkadaşına götürüp satmasını sağladım, daha önce yüzüğümü satarken eşimi kaybettiğimi yazmıştım, DARBEDEN SONRA HİÇ BİR ŞEY ESKİSİ GİBİ OLMAYACAKTI, OLMADI DA.
AHHH O GÖRÜŞ GÜNLERİ
Umutlar Beslemiştim Yarınlara
Kaldı Gençlik Yaşımda
Emeklerim El Sefası, Yel sefası,
Düşlerim, Dolu Vurgunu,
Yaz Ortasın Da
Çilelerin Dünleri,
Ahhh o Görüş Günleri
Buz gibi demir parmaklıklara, kenetliydi
Yârin elleri,
Arzulu, özlemli, ateşli,
Hasret bakıyordu, hasret kokuyordu sevdası,
Nasıl da çırpınırdı bir kuş gibi,
Pusuya düşmüş yüreği
Öpüşmelerimiz vardı,
Yasak, utangaç, gizli,
Çift camların buğusunda kaldı izleri,
Aşkımızı;,
Tütün kokulu mektuplarda yaşadım,
Engin, kutsal, elemli,,
Hâlâ, şiir bohçamda saklı
Ahhh o görüş günleri,
HÜLYA ASLAN
“GÖNÜL GÖZÜ” adlı şiir kitapçığımdan