“Serbest piyasa ve küresel ekonomi” politikasının dünyaya yayılmasına ABD öncülük etti.
Bu sayede ABD parası “USD”, artık sadece para değildi.
USD; mal statüsünde değerlendirilebilecek bir yatırım aracı haline dönüştü.
Altın, gümüş, petrol, borsa gibi ekonomiyi yönlendiren bir emtia.
Örneğin “TL” sadece paradır.
Türkiye Merkez Bankasında “TL” için ayrılmış ne kadar altın varsa “TL” o kadar değerlidir.
USD için ise; Amerika Merkez Bankası’nın ayrıca altın bulundurması bile gerekmiyor.
USD para miktarı ile kıyasla USD için ayrılmış Merkez Bankasındaki altın miktarı yok denecek kadar az.
Yani ABD değil, dolar’ın kendisi güç olmuş.
Türkiye’nin bugünlerde yaşadığı devalüasyonda ABD’den etkilenmesi tabii ki doğal.
Tüm dünya ülkelerinin ekonomileri ABD’den etkilenir.
Ama Türkiye’nin etkilenmesi ile Almanya’nın, Çin’in, Japonya’nın, Avrupa ülkelerinin hatta Hindistan’ın bile çok üzerinde.
ABD, finansal piyasaların doğduğu topraklardır.
Ekonomi çevrelerinin, yatırımcıların da en güvendiği topraklardır.
Bu sebeple ABD’de faiz arttığında, diğer ülkelere yakın ya da onlarla aynı geliri sağladığında herkes yatırımlarını o topraklarda değerlendirmeyi tercih eder.
Böylece USD ana vatanına geri dönmüş olur.
Bu durum, ekonomisi bizim gibi zayıf ülkelerde tsunamilere yol açar.
Piyasalar USD bulamaz.
Talep olup da bulunamayınca da fiyatı yükselir.
USD’deki yükselmeyi ise USD’ye olan ihtiyaç oranı belirler.
Örneğin; Almanya’da karşılanamayan USD talebi az olduğundan, Türkiye’de karşılanamayan USD talebi çok olduğundan, Türkiye’de USD çok daha fazla artacaktır.
Bizde talebin çok olmasının sebebi başta yıllardır birike birike gelen “cari açığımızdır”.
Bu ithalat ve ihracat farkımızdaki negatif durumun milli gelire oranı sağlıksız olduğundan bizim piyasalarımız daha fazla USD’ye ihtiyaç duyuyor.
Cari açığı küçültmeye ne kadar çalışsak da her ay ortalama 5 milyar USD açık veriyoruz.
Sebebi ise üretim yetersizliği!
Üretim az, fakat halkın zaruri ihtiyaçları için tüketmeye ihtiyacı var.
Bu da bizi ithalata bağımlı yapıyor.
Halka, “tüketme” de diyemezsin.
Bu sefer iç karışıklık peydahlanır.
USD artınca hepimizin maliyetleri artar.
Bugünlerde Suriyeli mültecilerin kaçak yollardan çalıştırıldığını duyuyoruz.
Bu işçiler asgari ücretin yarısına çalışıyorlar.
İşveren, kalifiye olmayan, yetiştirebileceği, fakat düşük maliyetli çalışanları tercih edebiliyor.
Bu durum işverene cazip ama; Türk işçi ve ailelerinin aylık 400 TL ile geçinmeleri imkânsız.
Bu üretim sorunumuzun ve ithalata bağımlılığımızın bir sonucu.
Öte yandan kırsal kesimlere gittiğinizde anlatılanlar şaşkınlık verici.
2014 yılında köylüden devlet buğday alımı yapmadı.
Sebebi ise; Toprak Mahsulleri Ofisinin buğday silolarının tamamen dolu olması imiş.
2009 ve 2013 yılları arasında köylüden alınmış buğdayların hâlen ofis stoklarında olduğu söyleniyor.
Muhtemelen büyük bir kısmı çürümüş, heba olmuştur.
Aynı yıllarda un üretiminde “kül oranı”nın belli seviyeye yükselmesi sağlanmış.
Kül oranı; un yakıldıktan sonra kalan küldeki minerallerin ölçümü.
Yerli buğdayımızın “yeni kül oranı” yeterli değil.
Rusya buğdayının “yeni kül oranı” yeterli.
Halbuki yıllardır kendi buğdayımızın eski kül oranı ile ekmeğini yedik, bir sorun yoktu.
Un fabrikaları da kendi ofisimizden buğday almak yerine Rusya’dan ithal etti.
Olan yine kendi çiftçimize oldu...
Ofis buğday almayınca, çiftçiler şirketlere satış yapmaya çalıştı.
Çiftçimiz bu rekabet içerisinde, borçlarını kapatabilmek için maliyetinin altında buğdayını satmak zorunda kaldı.
“El elde baş başta” bile kalamadılar, zarar ettiler.
Halbuki çiftçimizin yaşaması gerekli.
Çiftçi; üretebilmek için her bir hayvanı, ağacı, mahsulü çifter çifter yaşatandır.
Bugün bırakın eşini kendini bile geçindiremeyecek durumda.
Bakın Danimarka hükümeti nasıl önlem aldı!!!
Şehirden kırsala yerleşip, çiftçilik yapacaklara “ev ve araba” hediye ediyorlar.
Çiftçilerin yaptığı işin önemini anlayalım artık!
Rus çiftçileri zengin etmek yerine, kendi çiftçimizi yaşatalım.
Maalesef bugün Türkiye’de gübre, sıvıyağ, yem, beyazeşya, gaz, petrol... Kısacası her türlü üretim için gerekli hammaddeyi ithal ediyoruz.
Bu ürünleri USD ile alıyoruz.
USD artınca TL pul oluyor.
ABD faiz arttırınca USD belki düşecek ama bu seferde 400 milyar USD borcumuzun faiz maliyeti artıyor.
Maliyet yükselince zam üstüne zam geliyor.
Zamla beraber enflasyonumuz artıyor.
Enflasyon çıkınca bizim faiz de artıyor.
Maaşlar ise yerinde sayıyor.
Sonra da korku içinde, ABD’li yöneticiler ne karar alacak diye ağızlarının içine bakıyoruz.
Neyse ki FED’in yaptığı açıklamalardan anlaşılıyor ki, bu yıl sonuna kadar faiz artışı olmayacak.
Bu durumda bakalım USD tekrar sene başı değerine, yani 2,3 TL’ye düşecek mi?
Düşerse; hükümetimizin dediği gibi, USD artışı ABD’den kaynaklanmıştır. Türkiye ile alakalı değildir.
Düşmezse; sorunun ABD ile alâkalı olmadığı, Türkiye’nin ekonomik sorunları sebebiyle USD’de devalüasyon olduğunu göreceğiz.
İthala yönlendirilen işverenlerimizi tekrar ülke içine çekebilirsek, kendi hammaddelerimizi heba etmezsek, kendi kendimize olabildiğince yetebilirsek...
 USD borçlarımız azalır,
Dövize talep olmaz ve döviz artmaz,
Artsa bile halkı etkilemez!
FED’i de “ne olacak USD’nin hali” tadında takip etmek yerine, yatırımlarımıza yön vermek için takip ederiz...