Arjantin’in sakıt (düşük) diktatörü Peron, hatıralarını neşretti. Devrinde yapılmış olan kötülükleri bir tek sebebe bağlıyor: Kendisine, bütün yaptıkları için “- Bravo..Bundan daha güzel olmaz, olamaz..” demişler..Ve, ilave ediyor: “-Bugün devrimi tenkid edenlerin arasında, dün’ü göklere çıkaranları görüyorum.”
     Peron şanslıdır: Hiç olmazsa devrinin muhasebesini yapabiliyor! (Türkiye İstiklâl ve Hürriyet Mücadeleleri Tarihi, Cilt:1, Sayı:4, Haziran 1957, s.IV-V)
     İran ülkesini İslâm diyarına katan Kadisiye kahramanı Ebî Vakkas oğlu Saad, Kûfe’de vilâyet makamı olmak üzere bir konak yaptırmıştı. Valinin makamına, uzun bir dehliz (koridor)dan gidiliyordu. Valiye işlerini anlatmak için görecek olanlar bu uzun koridorda sıra bekliyorlardı. 
     Ömer bunu haber aldı ve Saad’ı Medineye çağırttı: 
     “-Neden makamınla halk arasına bu uzun dehlizi soktun?”
     Saad, halkın önünde meşveretin (danışmanın) güç olduğunu ve rahatça çalışabilmesi için bu tedbiri (bu önlemi) aldığını söyledi. Halife ona şu tavsiyede bulundu: 
     “-Dakika fevtetmeden (geçirmeden) bu dehlizi yık..Eğer yaptıkların halk önünde ayıp sayılmaz ve onların huzurunu temin edecekse, yüzünü duvarların arkasında saklamak ihtiyacını duymazsın...Eğer yaptıkların halkın ve toprağın zararına ise, yedi kat yerin altına girsen âmmenin (kamunun / halkın) vicdanı seni yine tel’in eder (lânetler)...Unutma ki Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
     “-Hak, halkın içinde. Bâtıl, halkın uzağındadır.” (a.g.e., s.V)
     Kayseri Darüşşifası (Sağlık Yurdu) Selçuk Saltanatının ilk yılındadır. Osmanlı Türkleri burayı bir (Tıb Külliyesi) haline soktular.. Tamamen hakikat olarak denilebilir ki, Türkler, çiçek aşısını muvaffakıyetle (başarıyla) tatbik ettikleri onyedinci yüzyılda, Avrupa’da çiçek, kralları öldürüyordu. Meselâ daha çok sonra Onbeşinci Lui, çiçekten ölmüştü. Türk tıbbının kudretini kaybedişi de, müspet ilmi; naklî ve kelâmî bilginin düşmanı sayan taassubun getirdiği felâketlerden birisi olmuştur. (a.g.e., s.VI)
     Adamın biri, Halife Ömer’in elini öpmek istedi. Ömer şu cevabı verdi:
     “-Ben senin baban değilim. Sana ilim de vermedim, bu sebeple hocan değilim. Benim bir dünya büyüğü olarak elimi öpmek istersen, bu, bir insan olan senin için zillettir ve Müslümanlıkta merduttur (reddedilir). Hiledir. Senin kendini alçaltmaya ihtiyacın, bizim de aldanmıya ihtiyacımız yok.” (a.g.e., s.V)
     Büzgürhü Mihr, İran şehinşahı Nuşirevan’ın vezirine kızmış, kabir gibi bir zindana atmıştı. Eline ayağına zincirler geçirtmiş, her gün ekmekle su verilmesini emretmişti. Bunun üzerine Şah, dostlarının yanına gönderilmesini ve söyliyecekleri sözlerin zaptedilmesini ferman etmişti. Vezirin en yakın dostları zindana inerek sormuşlar: 
     “- Sıkıntı içindesin. Elin ayağın bağlı. Fakat yüzünün rengi değişmemiş, sıhhatin sarsılmamış, ne yaptın da kendini korudun?” 
     Vezir anlatmış:
     “- Altı ilacım var. Ki onları kullanıyorum da kendimi koruyorum: Birincisi Allaha güveniyorum. İkincisi başa gelene dayanıyorum. Üçüncüsü sabretmesini biliyorum. Dördüncüsü yılmıyorum. Beşincisi daha kötü bir duruma düşmemiş olmakla teselli buluyorum. Altıncısı her zulmün ve haksızlığın ebedî (devamlı) olmadığına inanıyorum.” (a.g.e., s.IV - V)
     Hazreti Ali, yaşlı bir katır üzerinde giderken devrin dalkavuklarından birisi önüne çıkar:
     “- Sen ki Allahın arslanısın. Böyle bir katıra binmek sana yakışır mı?”
     Ali güler: “- Hücum edenden kaçmıyacak kadar cesur, kaçana hücum etmiyecek kadar âlicenap (onurlu / şerefli), bana sahip olmadığım meziyetlerle (üstün niteliklerle) hitap edecek kadar mutabasbıs (yaltakçı) ruhlu olmadıktan sonra, insana böyle bir katır yeter.” (a.g.e., s.V)