Demek  hûriler cennetin süs aksamından yetmiş tarzını, bir tek cinsten olmadığından birbirini örtmeyecek sûrette giyecekler. Kendi vücutlarından, nefis ve cisimlerinden, belki yetmiş mertebeden ziyâde ayrı ayrı hüsün / güzellik ve cemâlin aksâmını / kısımlarını gösterecekler.
     Hem cennette lüzumsuz, kabuklu ve fuzulî, yersiz maddeler yok. Cennetliklerin yeme içmelerinden ötürü tuvalete gitme ihtiyaçları da olmayacak. Nasıl ki dünyada ağaçlar bu ihtiyaçtan uzak. Bu hasleti Allah cennette insanlara da bahşedecek.
     İşte cennet böyle en yüksek bir hayat tabakası. Nitekim bâzı cennetliklere dünya kadar bir yer verilecek. Yüz binler kasır, köşk; yüz binlerce hûrî ihsan edilecek ve sunulacak. Çünkü orası ebedî saadet ve mutluluk yeri. Nasıl olur derseniz azîz okur! İşte izah ve açıklaması:
     Nasıl ki dünya kesafetli, karanlıklı ve dar. Nasıl ki güneş pek çok aynalarda bir anda aynen bulunur. Öyle de nuranî bir zat, bir anda çok yerlerde aynen bulunabilir. Meselâ Hz. Cebrail bin yıldızda bir anda bulunur. Hem Arş’ta, hem Hz. Nebî’nin huzurunda yer alabilir. Hem Allah’ın huzurunda, aynı zamanda bulunabilir. Hem Hz. Peygamber, haşirde bir anda ümmetin ermişlerinin çoğuyla görüşür.
     Dünyada hadsiz makamlarda bir anda tezahür eder. Belirir ve ortaya çıkar. Bunun gibi evliyânın bir nevi garibi olan abdallar da, aynı zamanda çok yerlerde görünür. Nasıl ki halk; rüyada bazen bir dakikada bir sene kadar işler görür ve müşahade eder. İşte öyle bir şey.
     Nasıl ki herkes kalb, ruh, hayâl cihetiyle bir anda pek çok yerlerle temas eder. Alâkadarane bulunur. İlişki içinde olur. Bütün bunlar herkesin mâlûmu ve meşhudu, yani gördüğü şeyler.
Elbette cennet; nuranî, kayıtsız, geniş ve ebedî. Böyle olan cennetin içindeki cennetliklerin cisimleri ruh kuvvetinde, ruh hafifliğinde ve hayal sür’atindedir. Bu yüzden cennetteki kullar; bir anda yüz bin yerlerde bulunabilir. Yüz bin hûrilerle sohbet edebilir. Yüz bin tarzda zevk alabilirler. Televizyonun ses ve görüntüyü bir iken birden her yere taşıması ve göstermesi buna bir derece delil olabilir.
     Bütün bunlar o ebedî cennete uygun şeyler. Bütün bunlar o nihayetsiz rahmete lâyık. Bütün bunlar Muhbir-i Sâdık’ın yâni Allah’tan aldığını aynen getiren Hz. Peygamber’in haber verdiği gibi olacak şeylerden. Tüm dediklerimiz cennet şartlarında çok tabii, çok olağan ve çok doğal hususlar.
     Fakat bütün bunlara rağmen “Beyânât-ı Âyât-ı Kur’aniye asıldır.” Yâni Kur’an âyetlerinin beyanları, açıklamaları, anlatıları, haberleri, öğütleri ve müjdeleri asıl cennet. Ve asıl cennete dair. Cennetten daha güzel cennet. Hurilerden daha lâtif. Cennetin selsebîlinden daha tatlı. Çok daha lezzetli. Çok daha lezîz. Hattâ pek nefis dense yeridir. “(Kur’an’ın) o parlak, ezelî ve ebedî, yüksek ve güzel âyetleri.”
     Çünkü lezzet, maddî bir sonuç nihayet
     Var olmasına, mâna oldu sebep gayet
     Madde olmazdı, olmasaydı mâna şayet
     Cennet ve içindekiler, verir insana gerçi hayret
     Fakat olmasaydı mâna, olmazdı maddeye hacet
     Dünya ve içindekiler, cennet ve içindekiler
     Kâinat, canlısı cansızı her şeyiyle beraber
     Mânadan çıkmış, olmuş yine mânayla beraber
     Mânanın da arkasında, şüphesiz var büyük bir inayet
     Olmazdı yoksa, ne mâna ne kesret ne heybet
     Maddeden mânaya, sonra Yaratana geç de al ibret
     Kâinatı taşıyla toprağıyla, bir de bu pencereden seyret
X
     Keşke insan biraz da,  görmek istediğini görmek değil de, görülmesi gerekeni görse. Hele bir de görmeyi görse, görmeyi düşünse, görmeyi anlasa düğüm çözülecek.     
     Keşke insan biraz da duymak istediğini duymak değil de, duyulması gerekeni duysa, sessizliğin sesine kulak verse. Hele bir de duymayı duysa, duymayı düşünse, duymayı fehmetse de, fısıldanan gerçekleri işitse, sır perdesi aralanacak.