Aşkın fıtratında var acı çekmek. Sebebi sen değilsin. Bahanesin.

Restorana giden iki kapı vardı. İki kapıya giden iki merdiven. İki merdivenin iki yanına ikili şekilde yerleştirilmiş kasımpatılar. Kasımpatıları ikiye bölen hüzün ve sevda rüzgârları vardı. Abartıdan uzak, kendi halinde bir restoran. Mazbut, sade, sıcak. Masalara ikili şekilde yerleştirilmiş ahşap oymalı sandalyeler. Fransız sokağını aratmayacak cinste. Van Gogh sanat sokağı havasında bir manzara. Sağ merdivenden yukarı sırtına yalnızlığının yükünü almış güç bela çıkmayan çalışan bir adam çıktı. Attığı her adımda yalnızlığı daha da çoğalıyordu. Geçmişinin izlerini ardında bırakmak istedikçe, yer düzleminden yukarılara çıktıkça artan basınç ile geçmişi üzerine çullanıyordu. Ömrünün yarısını hemen hemen bitirmişti, ortalama yaşam sınırına göre. En güzel yıllarında, delikanlılığın fişek gibi içini yaktığı, onu oradan oraya savurduğu, yarınını düşünmeden heyecanla yaşadığı yılların üzerinden pek uzun zaman geçmemişti ama ona göre çok eskide kalmıştı. Hatırlayamayacak kadar eskide. Birden üzerindeki sihir gitmiş, yaşamı dümdüz ve bayağılaşmıştı. Dost bildikleri, her geçen güz azalmış, yalnızlık biriktirmeye başlamıştı. Tasvip etmediği rutin yaşam modelinin tam ortasında bulmuştu kendini. Zaman kavramı onun için yitip gitmişti. Aşk. Hatırlayamıyordu bile. En son kime, ne zaman, ne şekilde ve nerde âşık olmuştu. İçini ısıtan bu kelimeyi söylemeyeli epey zaman olmuştu. Yüreğinin atışıyla ellerini titreten bu yoğun duygunun kimyası ondan hızla uzaklaşmıştı sanki. Birbirini sevmeyen iki düşmana dönüşmüşlerdi zamanla. Âşık olunca yüz hatlarını çözdüren, yumuşacık yapan o tılsımı düşünmek dahi onu yoruyordu artık. Merdivenden çıkıp kapıdan içeri girdi. Önüne gelen ilk boş masaya oturdu. İçerde hafif bir müzik çalıyordu. Dışarısı ne kadar soğuksa içerisi bir o kadar sıcaktı. Eski yakıcı bakışlarından eser kalmasa da donuk ve soğuk gözlerle etrafı usulca kolaçan etti. Hafif müziğin ritmine ayağını uydurmuş, tempo tutuyordu. Garson geldi Bir kadeh beyaz şarap ve beşamel soslu İspanyol usulü patates istedi. “Bol acılı olsun lütfen” diye ekledi. Garson tabii ki anlamında kafasını eğdi ve uzaklaştı. Adam gözlerini hafifçe kısıp, salonun havasını içine çekti. Müziğin ritmi, parmaklarının tempo tutmasını sağladı.  Adam kendisini engelleyemiyordu. Gözlerini daha da kısarak, bir kaç dakika sonra iyice kapayarak kendisini bir konserde hayal etti. Tıpkı gençlik yıllarındaki gibi. Ne çok konsere giderdi. Şehrin sanat harita kataloğunu alır, tarih ve zamanına ve de tabi ki bütçesine göre istediği etkinliklere katılırdı. Hemen hemen tüm harçlığını şehrin sanatına adardı. Ay sonunu zor getirirdi belki ama bundan hiç gocunmaz, diğer ay yine aynı şekilde planını çizerdi. Tabak, bıçak sesiyle irkildi ve gözlerini açtı. Büyük kadehin içindeki beyaz şaraba baktı. Eliyle kadehi şöyle bir çevirdi, burnuna götürdü ve bir yudum aldı. Pahalı bir şaraptı. Eskiden bu kadar pahalı şarabın yanından dahi geçemezdi. Arkadaşlarla köpek öldüren diye tabir edilen sirkemsi tattaki alkollü içecekle kafayı bulur, monopoly, scrabble, tabu oynar, gülmekten az daha altına ederdi. “Ne günlerdi be” diye iç geçirip hayıflandı.

Sol merdivenden yukarı topuklarını yere vurdura vurdura çıkan bakımlı, alımlı röfleli sarı saçlarının maşalı uçlarına parmağını dolayarak çıkan bir kadın vardı. Her attığı adımda etrafını süzüyor, takip edilip edilmediğinin hesabını yapıyordu. Narsizm ile megolomanya dünyasının iki noktası arasında gidip geliyor, öfke, yalnızlık, bunaltı, sitem, güvensizlik ile doldurduğu ufacık dünyasından taşırdığı bu duyguların esiri olmuş yalnız bir kadın giderek yukarı çıkıyordu. Korkularının hapsi içinde kendinden emin duruşu altında sallanıyor, taş gibi mumun ısındıkça eriyen ve sağa sola bükülen halini andıran iç huzursuzluğunu dış güzelliğiyle kamufle ediyordu. En azından o öyle sanıyordu. Bedenindeki öfke topuklarından dışarı çıkmaya çalışıyor, boş sokağı çınlatan ince, sivri ses kadının heyecanını bastırıyordu. İlk kez tek başına yemeğe gelmişti. Yıllar ondan da çok şey alıp götürmüştü. En azından o öyle düşünüyordu. Uzun bir süre varoluşçuluk üzerine kafayı tırlatma raddine getirmiş, nihilizme yaptığı dönüşle Nietzsche ye hak verdiği konuların her geçen gün artmasıyla kendisinin hayra alamet yolda gitmediğinin muhakemesini yapmış ve birden elini eteğini her şeyden çekmişti. Eteğini öyle çok şeyden çekmişti ki uzun bir süre kadınlığını yansıtan sembolik etek dahi giymemiş, eli erkek eline değil, gözü dahi teğet geçmemişti. Kokuşmuş yaşam modellerinin arasından sıyrılayım derken, yaşam nasıl bir şeydi onu dahi unutur hale gelmişti. Sınırladığı, set çektiği, üstünü örttüğü geçmişi, dünyevi hayat keyiflerinin üzerindeki örtüyü aralamayı dahi aklından geçirmemişti. Bir süre sonra dank eden beyni, onun yanlış yolda ilerlediğini, bozulan kimyasının en kısa zamanda tamir edilmesini ima eden sinyaller göndermişti. Neyse ki kadın sinyalleri doğru zamanda ve doğru mekânda almış, cevap vermişti. Artık daha vurdumduymazdı. Yalnızlık yerine, dost biriktirmeye kararlıydı. Sevgi haznesini her geçen gün daha da genişletmekti isteği.

Basamaklar bitince sol kapıyı açan garsona teşekkür edip sağ kapının önündeki masanın solundaki boş masaya oturdu. Sağ kapının önündeki masada beşamel soslu acılı İspanyol usulü patatesini yiyen adama teğet geçen bakışlarını kendi masasında sabitledi. Havada uçuşan hafif müziğin tılsımına kaptırdı birden ve topuklarıyla ritim tutmaya başladı. Yaklaşan garsona pas geçip gitmesin diye işarette bulundu ve yanına çağırdı.

Beyaz şarap ve menüden seçtiği İspanyol usulü patatesin siparişini verdi. Acılı mı istersiniz? Sorusuna evet diye kafa salladı ve ritim tutarak beklemeye başladı. Tek gözüyle de yan masadaki aynı menüyü yiyen adama bakmadan da edemedi. Biraz şaşkın, biraz da heyecanlanmıştı.

Birden gözleri doldu. Uzun zamandır bu duygudan mahrumdu. Manasını çözemedi. Neyin nesiydi bu şimdi? Menü henüz gelmemişti. Acılı patatesten henüz yememişti. Peki neden gözleri dolmuştu? Bakışları nedense yemek yiyen adama takılı kalmıştı ve kendisini bir türlü alamıyordu. Yabancıydı. Tanımıyordu. Ama bildikti. Damağında kekremsi bir tat vardı. Sanki restoranda değil de başka bir mekânda sadece ikisi karşılıklı aynı masada oturmuş, sohbet ediyorlardı. Ortada duran şamdanı yakmaya çalışan garsonu engellemiş, cebinden çıkardığı çakmağıyla tek tek yakmıştı her birini. Kadın elini masanın üzerinde duran çantasına götürüp, fermuarını açarken, adam sigarasını çıkartacağını tahmin etmiş ve ondan önce davranıp tek hamlede kadına ikram etmişti. Kadın şaşkın ve hoşnut gözlerle kabul etmişti. Sigaradan çıkan dumanla yeni yanmaya başlayan mumların dumanları birbiri içine geçmiş, ses dalgaları dumanların arasında dolanmaya başlamıştı.

Müzik ne kadar güzel değil mi? diye sordu adam. Kadın hafif utangaç omuzlarını biraz geriye attı ve gövdesini dik konuma getirdi. Evet diye başını salladı.       

“Evet, öğrenciyken az dinlemedim bu tarzı”.

Adam şaşkındı. “Ben de. Ben de çok dinlerdim. Eskiden ne çok dinlerdim”. diye çocuk edasıyla ve büyük heyecanla yineledi. Masanın iki ucuna iki çocuğu oturtmuşlardı sanki. Bayram havasında cicilerini giymiş iki çocuk, ellerinde balonları önünde oyuncaklarıyla oyun oynuyorlardı adeta.

“Sonra büyüdük ve kirlendi Dünya. Tıpkı şiirdeki gibi” dedi.

"Dünya mı kirlendi, biz mi ?” diye sormadan edemedi kadın.

“Boş verelim şimdi bunları. Kirlenen yeteri kadar kirlenmiş. Kirletenler düşünsün. Ben çok düşündüm ve işin içinden çıkamadım. Kaosa sürüklenmeye de niyetim yok. Karşıma aynı dili konuşabileceğim biri çıkmışken, ortak duygu ve birikimlerimden bahsetmek isterim açıkçası.”

Kadın omuzlarını yine utangaç konumuna getirip, öne doğru kapadı.

Aynı meslek dalında çalışıyor olmanın verdiği korkutucu tesadüfle biraz daha yaklaştılar birbirlerine. Birbirlerine yorgunluklarından, bezdiklerinden ve bezdirenlerden bahsettiler. İçlerini kustular. Yapay yaşam modelleri içine sığdırdıkları maddiyatın gücü karşısında maneviyatlarının her geçen gün zayıfladıklarından bahsettiler. Gözlerinin eskisi gibi parlamadığından, bakışlarındaki meraksızlık ve kifayetsizliğin bedenlerine verdiği ağırlıktan.

“Mutluluğu özledim” dedi kadın.

Adam, sebebini sormadan anladığını belli eden bakışlarıyla kadına elini uzattı. Ve “işte mutluluk burada” dedi.  “Tanımadığın bir elde gizli mutluluk” diye yineledi. Kadın gözlerini hafif kısarak burnunu yukarı kaldırdı, omuzlarını tekrar geri atıp elini masanın üzerine koydu. Adam elini getirdi kadınınkinin üstüne koydu. Enerjinin gücü karşısında damarlarındaki kan daha hızlı akmaya, yüreği daha coşkulu atmaya başladı. Fondaki müziğin ritmi dahi hızlanmaya başladı. Birden gözünün önündeki perdeyi şamdandaki mumlar yaktı ve etrafı daha net görmeye başladı.  Birlikte çalan müziğe eşlik etmeye başladılar.

“Yapmak istediklerimi ertelemeyeceğim bundan sonra ”diye çıkış yaptı kadın. Adam onaylar şekilde kafa salladı.” “Hiç bir şeye gereğinden fazla kafamı takmayacağım, oluruna bırakıp seyredeceğim. Dostluk ve arkadaşlık adına elimden geleni yapacak, olmuyorsa üzerine düşmeyeceğim. Fesatlık, kıskançlık, öfke, sinir ve umutsuzluk literatürümden kalkacak. Ufak şeylerden mutlu olmayı tekrar öğreneceğim. Sevgi, sadakat, saygı ve vicdan en önemli hazinem olacak. Maddiyatın önemini bilecek ama bunu da manevi yönümü güçlendirmeye adayacağım” diye artarda sıralamaya başlayınca adam elinin üzerinden elini kaldırıp kadının dudağına usulca götürdü. Susmasını ister vaziyette dudaklarını kapadı ve sadece gözleriyle birbirlerine baktılar. Suskunluğun ve sessizliğin ardına gizlenmiş çok şey vardı ama bunu ortaya çıkaracak cesaretleri yoktu. Cesaret kelimesini de rafa kaldıralı epey olmuştu. İki çocuk gibi ellerindeki uçan balonları birbirine dolayıp gökyüzüne fırlattılar. Mutluluk ve özgürlük rüzgârlarının arasında kaybolan balonlara uzun süre aynı gözlerle baktılar. Kadın dolan gözlerini sildi. Garsonun müsaade isteyip masaya yerleştirdiği beyaz şarap ve İspanyol usulü makarnayı önünde görünce birden gerçeğe döndü. Fonda hafif batı müziği çalmaya devam ediyordu. Göz ucuyla süzdüğü yan masadaki aynı menüyü yiyen adam çoktan kalkmış, yerine başka bir çift gelmiş yemek siparişi veriyordu. Bakışları bir süre daha masada kaldı. Sonra acılı İspanyol makarnasını yemeye başlayacaktı ki elinin halen daha sıcak olduğunu fark etti, hafifçe gülümsedi.          

Sevda Kaçsın Çayınıza