Hiç istemediğimiz, şiddet’le ve nefret’le, reddettiğimiz, üzerimize zorla yapıştırılmaya çalışılan, Libas-i Katrânî, “Süleymancılık,” “Süleymancı,” “Süleymancılar,” ta’birleridir. Şiddetle ve nefretle reddettiğimiz bu iğrenç ta’birler, aslâ, bizi ta’rif etmiyor. İlim’de, irfan’da, iz’an-şuur’da ve Ahlâk-ı Hamîde’de, bu Nezîh Câmia ile müsâbaka edemeyen, muârız’ların, muhâlif’lerin, ehl-i Sünnet düşman’larının, tahfîf, tezyîf, tahkîr için, uydurdukları, şen’î, birer iftira’dır. “Tereci, soğancı, turşucu,” herhangi bir mesleği icra edenler için bir izâfiyet işareti olan, “Cu, Cı, Ci,”yi eklemek gibi bir şey. Hâşâ! Biz’ler, “Süleyman,” satan, “Süleymancılığı,” meslek edinen insanlar mıyız ki, böyle izâfetlerle anılalım. 

Bu şen’î ve aslâ kabul edilemez yaftayı, ilk def’a kim veya kimler kullandı? İmam-Hatip Neslinden, (kendilerini öyle ta’rif ediyorlar) Giresun’lu, Ebâen can ceddin, C.H.P.’li, İmam-Hatip Lisesinden sonra, İstanbul Yüksek İslâm Enstitü’sünde öğrenci... O devrin bir husûsiyyeti olarak, bir nev’i burs verir gibi, imamlığa ve müezzinliğe devam etmeseler de, İstanbul Yüksek İslâm Enstitü’sü talebesinden, her biri, İstanbul’da herhangi bir Camii’e, imam ve müezzin olarak ta’yin ediliyorlardı. Bu kişi de, İstanbul-Bakırköyü’nde, bir camii’de imam idi. Fakat vakitlerinin çoğunu, camii’de değil de, C.H.P.’nin İlçe Merkezinde geçirirdi. Bakırköyü, Atatürk Heykeli Yaptırma Derneği’nin Başkanıydı. Günümüzde, Bakırköyü Meydanında bulunan, Ucûbe Atatürk Heykeli, (San’at bakımından fazla bir değeri olmadığı ve Atatürk’e tam olarak benzetilmediği için bu ta’biri  kullandım.) bu zât’ın, cami cemaatinden topladığı yardımlarla yapılmıştır. Ayrıca, kendisinin imamı olduğu Camii’n yakınlarında Cenaze Levâzımatı satışının yapıldığı bir dükkanı vardı. 

Demem o’dur ki, bu zât çok veçheli, muhtelif bağlantıları olan birisiydi. Bakırköyü’nün Nâhiye olan Küçükçekmece, köy ve mahalleler istisnâ edilirse, Bakırköyü’nün merkezinde, birisi, bu zât’ın imamı olduğu, Kara Dervişağa Camii olmak üzere iki cami vardı. Diğer birisi de Kartaltepe Camii... 

Bakırköyü’nde ayrıca, bir Müftülük binası bulunmadığından, Müftülük, Kara Dervişağa, (Çarşı Camii olarak bilinir) Camii’nin, ikinci katında, son Cemaat yeri geçildikten sona ulaşılan, yâni, Camii’n içinde bir oda’da faaliyet gösteriyordu. Hattâ, Cum’a günleri, bayramlar’da, Ramazan’da, terâvih namazları için, bu oda’nın kapısı açılır, cemaat burada da namaz kılarlardı. Bu oda, Camii’n içinde olduğu için, ayakkabılar çıkarılarak giriliyor, kapısının üzerinde, “T.C. BAKIRKÖYÜ MÜFTÜLÜĞÜ” yazılı ve Resmî Devlet Dairesi olmasına rağmen, Camii’n içinde kaldığı için de, Atatürk Resmi de asılmamıştı. 

İmam’ın ihbarı ve tahrikiyle, Cumhuriyet Gazetesi günlerce neşriyat yaptı. “Resmî Devlet dairesine ayakkabıyla girilmiyor, girilemiyor ve resmî Devlet dairesinde Atatürk Resmi bulunmuyor,” falan-filan... 

O tarih’lerde, Cumartesi günleri öğleye kadar mesâî yapılırdı. Bir Cumartesi günü, en önde, imam olan bu zât, arkasında, C.H.P. Bakırköyü İlçe Teşkilatı mensupları, aralarında, Marksist, Leninist, Komünist öğretmenler, T.Ö.S. üyeleri ve bilumum, şerîr kuvvetler, Bakırköyü Meydanındaki Heykel’e çelenk bıraktılar, daha sonra da, ellerinde dev bir Atatürk Posteri olmak üzere, Müftülük Oda’sının bulunduğu Kara Dervişağa Camii’ne yöneldiler. Camiî’in, ayakkabılığında ayakkabılarını çıkarmadan, halı döşeli merdivenleri, son Cemaat yerini ayakkabılarıyla geçtiler. Bir kısmı, Müftülük Odasına, diğer bir kısmı da, Camii’n ana zeminine ayakkabılarıyla daldılar. Beraberlerinde getirdikleri, dev, Atatürk Posterini Müftülük Odası’nın, kıble cephesine astılar. Devrin Müftüsü’ne “Atatürk Düşmanı Müftü,” filan, diye sözlü sataşmada bulundular, tahkîr ettiler. 

Devir, 27 Mayıs 1960 sonrası, C.H.P. devriydi. Diyânet İşleri Başkanlığı, iftiraya, zulme ma’rûz, müftüyü korumak yerine, devrin müftüsünü, Konya’nın, Küçük İlçe’lerinden birisine, Cihanbeyli’ye sürgün etmişti. 

Uzun sayılabilecek bir izah ile sizlere bir portre “Gulât-ı Ellâ Mezhebiyye’ye” mensup bir kişinin Port’resini çizmeye çalıştım. 

Şimdi asıl mes’eleye dönersek: 

1960’lı yılların ikinci yarısındayız. Potre’sini çizmeye çalıştım, zât, İstanbul Yüksek İslâm Enstitü’sünü bitirmiş, hafızam beni yanıltmıyorsa, Hatay-İskenderun’a müftü olarak ta’yin edilmiştir. 

Azılı bir tarikât-tasavvuf, ehl-i Sünnet düşmanı “Gulât-ı Ellâ Mezhebiyye”den birisi, Türkiye’nin en hassas bölgelerinden birisinde, Sanayii, Ticaret ve Nakliyat’ın Merkezi Büyük bir İlçe’ye müftü olarak ta’yin edilmişti. Bu şerîr, gittiği, İskenderun’da da, mel’anetlerine devam etti. Burada, Süleyman Efendi Hazret’lerinin talebe’sinin idare ettiği, medrese’lerde, bir müddet kalmış, ahlâkî za’af’larından dolayı, barınamamış, terk etmiş bir sefih’i bulmuş, onun ağzından, Süleyman Efendi Hazret’lerinin talebesi hakkında, şen’î, iğrenç, akıl almaz, bir takım iftiralarla dolu, “Ben Bir Süleymancıydım,” ismini verdiği bir kitapçık hazırlamış... Bu paçavrada, Hâşâ! Süleyman Efendi Hazret’lerinin talebe ve mensup’larının, Süleyman Efendi Hazret’lerine taptıklarını, (Hâşâ! Ve Kellâ! Râbıta ve Murâkabeyi, tapınma gibi göstermek, ancak bunlar gibi, fir’avn neslinin maarifeti olmalıdır.), “A......k’e, deccâl dediklerini, devleti yıkıp yerine bir İslâm devleti kuracaklarını ve başka iftira ve bühtanları yazdılar. Maalesef, devr’in alakalı Kurumu’nun, ehliyetsiz, liyâkatsiz, beceriksiz, elemanları, hiçbir tetkik ve tâhkikata tâbi tutmadan bu şen’î iftiraları, “mal bulmuş mağribî gibi,” aynen almışlar, raporlaştırmışlar, yıllar boyu, hiçbir yeni unsur ilâve etmeden, (Zâten ne ilâve edebilirlerdi ki), ısıtıp-ısıtıp, M.G.K.’una sunmuşlardı. Bilindiği gibi, her ay toplanan Millî Güvenlik Kurulu’nun, değişmez bir maddesi, “Aşırı sağ ve sol akımlarla mücadele edilmesi” de, görüşülür, bu “akımlarla, mü’essir bir şekilde mücadele edilmesi kararlaştırılmıştır,” diye Millî Güvenlik Kurulu, bildirisine aksettirilirdi. 

Pekiyi! Yapılan bu akıl almaz, bühtan ve iftira’lar, bu Nezih Câmiamızda herhangi bir iz bırakmış mıdır? Hukûkî ve Cezâî bir müeyyi’de müncer olmuş mudur? Hayır, asla! Ne bu iftira ve bühtanların atıldığı devir’de, ne de, raporlaştırıldığı dönemlerde ve ne de, şimdiye kadar ki devirler’de, bu Camia’nın hiçbir ferdi hakkında, devlete, şahıslara, mala karşı işlenen suçlarla ilgili takibât yapıldı. Bırakınız, devlete, mala, şahıslara karşı suçlar, yüz kızartıcı suçları, kabahatler kanununa muhalefetten dahî, tek bir kişi karakollara bile da’vet edilmemişlerdir. Yalnız, 1970’li yıllarda, 12 Mart 1971 Darbe-i Hükûmetinden sonra, Diyânet İşleri Başkanlığı’nın tahrikleriyle, Yurdumuzun muhtelif yer’lerinde, ba’zı, Kardeş’lerimiz hakkında “Gizli Kur’ân Kursu açmak, gizli Kur’ân okutmak’tan,” ta’kîbat yapılmış ise de, çoğu, takipsizlik kararıyla, mahkemelere intikal ettirilenler de, berâ’etle neticelenmiştir. 

Bu şen’î iftira ve buhtanlar’dan, üzerimize yapışıp kalan en büyük leke, iz, maalesef, “SÜLEYMANCI’LIK, Süleyman’cı ve Süleymancı’lar,” yaftasıdır. 

Filhakîka, 1961 Anayasa’sının getirdiği, sosyalist, sol ve komünist çevrelere geniş hürriyetler sebebiyle, 1960’lı yılların ilk yarısından i’tibâren, Cemiyyetimizin bütün tabakalarında çok geniş bir kategorîleştirme başlamıştı. Bu zamana kadar, Erenköyü Cemaati, İsmailağa Cemaati, İskenderpaşa Cemaati, Menzil Cemaati olarak anılan câmia ve cemaatler, artık, Sami’ciler, Zahid Kotku’cular, Mahmud’cu’lar, Raşid Erol’cular olarak anılır oldular. Hattâ, aynı camia ve cemaatten, ba’zı, şahıslar öne çıkarılarak, o câmia ve cemaat’in bir kısmı, o isme izâfeten anılmaya başlanmıştı. 

Said Kürdî’nin (Pardon Nursî’nin), risalelerini yazanlara-resmedenlere, hiç anlamadan, adetâ, herhangi bir “Vird,”i okur gibi sadece okuyanlara bu yıllara kadar “Şakird,” denilirdi. –Said-i Nursî’nin şarkird’leri,- Merhûm, Hüseyin Hilmi Işık, Kuleli Askerî Lisesinde, Kimya Muallimi bir Albaydı. Merhûm, Abdülhakim-i Arvâsî’ye intisabı vardı. Saadeti Ebediyye ve diğer ba’zı  kitapçıklara imzasını atmıştı. Az da olsa, etrafında kümelenen, Askerî ve sivil talebesi vardı. Onlara da, Hüseyin Hilmi Işık’ın talebesi veya Hilmi Efendi’nin talebesi denilirdi. 

Cemiyet’in bütün katmanlarında, kategorileşme-kategorileştirme yaygın hale gelince, bilhassa, gayr-i Millî Matbuatta, şakird’ler, “Nurcu,” Hilmi Efendinin talebesi, “Işıkcı,” oluvermişti. 

1960’lı yılların ortalarına gelindiğinde, Süleyman Efendi Hazretlerinin, bizzat Rahle-i Tedrisinde bulunanlar veya bilvasıta, talebe’sinin rahle-i tedrisinde bulunanlar, Diyânet İşleri Reisliği tarafından açılan, müftülük-vâiz’lik, hatiplik, Kur’ân Kursu Muallimliği imtihanlarını kazanarak bu kadrolara ta’yin edilmişler, diğer pek çoğu da imam-Hatip ve müezzin-kayyım olarak vazife almışlardı. 1968 yılında, Diyânet İşleri Reisliği’nin merkez ve taşra teşkilatında, vazife başında bulunan personel sayısı, toplamda 39 bin kişi olup, bunlardan, 29 bin’i, Süleyman Efendi Hazret’lerinin talebesiydi. Bu zevât’a, Süleyman Efendi Hazret’lerinin hayatta olduğu, Tasarruf-u Sûrî ve Zahirî’de bulunduğu yıllarda ve ebediyyete irtihâl buyurduğu, yıllardan, 1966 yılının ortalarına kadar, sadece, “SÜLEYMAN EFENDİ’nin veya, “SÜLEYMAN EFENDİ HAZRET’LERİ”nin Talebesi denilirdi. Doğru olan, iftiharla, göğsümüzü gere gere, taşımak istediğimiz, yafta-madalya işte budur. 

“Süleymancı, Süleymancılar, Süleymancılık,” yaftaları, ehl-i Sünnet düşmanlarının muarızlarımızın veya safderunların kullandıkları, yaftalar.