Türkiye ile İran arasında tanık olduğumuz söylem çatışmaları, iki komşu ülke arasında yaşanan gerginlik gibi görünse de, buzdağının altında çok başka gerçekler yatmaktadır. 

Türkiye ile İran arasında sürtüşme, “Suriye’deki davetsiz misafirler ya kendileri çıkar ya da çıkarılırlar” boyutuna gelmişse, bu gelişme, Ortadoğu’daki İslam ülkeleri arasında mezhepsel eksende bir kamplaşmanın giderek derinleştiğini göstermesi açısından önemlidir. Bölgenin iki önemli aktörü arasındaki bu gerginliğin tırmanması, Ortadoğu’daki varlıklarını kontrollü bir kaos üzerinden sürdürmeyi planlayan emperyalistlerin istedikleri, arzuladıkları ve el altından destekledikleri bir durumdur. 

Tarih boyunca Haçlı Seferleri’nden çok zarar görmüş bölge ülkeleri olarak, bu Haçlı tuzağını boşa çıkarmak zorunda olduğumuzu görmemiz gerekir.

ABD ile Rusya arasında, Suriye parselinde düğümlenen paylaşım savaşında hedefledikleri sonuca ulaşabilmeleri için, bölge ülkelerini, özellikle de Türkiye ile İran’ı yanlarına almak zorunda olduklarını biliyorlar, görüyorlar.. Bunu başaramazlarsa B planını devreye sokacaklardır; yani bölge ülkelerini birbirleriyle savaştıracaklar, bu arada arzuladıkları hedefe kolayca ulaşacaklardır. 

İran'da Tahmilî Savaş ya da Mukaddes Müdafaa, Irak'ta Saddam'ın Kadisiyesi ve Arap Dünyası’nda Birinci Körfez Savaşı olarak anılan 1980-1988 yılları arasında İran ile Irak arasında yaşanmış olan savaş da, bu yönde kurgulanmış bir din kardeşi savaşıydı. Bugün, çeşitli alanlarda işbirliği yapan bu iki İslam ülkesi, neden savaştıklarını bugün de anlayabilmiş değillerdir. 

Şimdilerde de Ortadoğu’daki İslam ülkeleri kamplaştırılıyor, yeni ve uzun soluklu bir mezhep çatışması için gerekli olan ortam hazırlanmaya çalışılıyor. Aslında, Suriye krizinin ortaya çıktığı 2011 yılından bu yana, Ortadoğu’da, kitaplardaki tanımlara uygun bir mezhep çatışması yaşanmaktadır. Bizim çabamız, bu çatışmaların bütün İslam ülkelerini içine çekecek bir girdaba dönüşmeden önlenmesi, durdurulmasıdır. 

“III. Dünya Savaşı’na Davetiye mi?” (05.01.2016) başlıklı yazımızda, bu yöndeki kaygılarımızı şöyle dile getirmişiz:

“Suudi Arabistan ile İran arasında, Suriye ve Yemen’deki güç mücadelesinden kaynaklanan ve ürkütücü bir şekilde tırmanmakta olan gerilimin, bölgedeki İslam ülkelerini mezhep ekseninde bir çatışmaya sürükleme potansiyeli oldukça yüksektir. 

… İslam Alemi, ‘Teröre Karşı İslam İttifakı’ üzerinden bir mezhep savaşına sürüklenebilir. Fakat, bu Şii-Sünni çatışmasının bir mezhep çatışması olarak kalması mümkün değildir; ruhani boyutuyla bir yeni bir Haçlı Seferi’ne, siyasi ve ekonomik boyutuyla da yeni bir dünya savaşına dönüşmesi kaçınılmaz olacaktır.”  

İRAN’IN GENİŞLEME HAMLELERİ

Suriye krizinin ortaya çıktığı 2011’den itibaren, İran-Irak ve Suriye ile bölgenin Sünni ağırlıklı İslam ülkeleri arasında cepheleşme tehlikeli bir biçimde tırmanmaya başlamıştı. Suriye’de giderek derinleşen vekalet savaşları, görünüşte, ABD ve ortaklarıyla Rusya ve destekçisi İran arasındaydı, ama bölgenin yarınları açısından tehlikeli olan çatışmalar Şii-Sünni cephesinde yaşanmaktaydı. İran’ın, biraz da Batılıların göz yummasıyla, Irak ve Suriye’de çok geniş nüfuz alanları elde etmesi, Şii militanlardan oluşan Haşdi Şabi’nin Bağdat’tan sonra, Halep çevresinde de bayrak göstermesi, Sünni ağırlıklı nüfusa sahip Ortadoğu ülkelerinde büyük bir tedirginlik yaşanmasına neden oluyordu. 

İran’ın, PKK/YPG Koridoru’nun Akdeniz’e uzatılmasına karşı çıkan  Rusya ile birlikte hareket etmesi, Irak ve Suriye’de nüfuz alanları elde etmesi, yani giderek büyüyen ve genişleyen bir Şii cephe oluşturması, başlangıçta ABD ve koalisyon ortaklarını rahatsız etmemişti. Irak’ın işgali sürecinden bugüne, Şii-Sünni kaplaşması, böylesine bölgesel bir boyut kazanmamıştı, ama İran’ın kaygı uyandıran bu yükselişi, Batılı ortakları da Rusya’yı da, nedense rahatsız etmiyordu. 

İran’ın mezhep kaygısıyla Suriye’ye verdiği destek,  Tahran- Bağdat-Şam ekseninde Şii cephenin güçlenmesine, buna karşılık, Sünni ülkelerin de Suriye’de sürmekte olan vekalet savaşçılarına verdikleri para, silah ve eleman desteğini artırmalarına neden olmuştu. 

Son günlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Körfez ülkelerine ve Suudi Arabistan’a yaptığı ziyarette “Fars milliyetçiliği”ne ağırlıklı olarak vurgu yapmasıyla gündeme gelen mezhep çatışmaları, aslında Suriye krizinin su yüzüne çıkmasıyla birlikte, vekalet savaşları şeklinde başlamıştı. İran’ın, Irak ve Suriye’de, Haşdi Şabi vurucu gücünü kullanarak geniz nüfuz alanları elde edebilmesi Şii dayanışması sayesinde mümkün olabilmişti. 

“MEDENİYETLER SAVAŞI” MI, MEZHEP ÇATIŞMASI MI? 

Geçen gün Dışişleri Bakanlığımız İran’ı şu cümlelerle eleştiriyordu:

“Bölgedeki krizler nedeniyle ülkesine mülteci olarak sığınan insanları dahi savaş alanına sürmekten çekinmeyen bir ülkenin bölgedeki gerginliğin ve istikrarsızlığın sorumlusu olarak başkalarını itham etmesini kabul etmek de, anlamak da mümkün değildir...”

Biz burada, “Suriye’de savaşan ÖSO kimlerden kurulu, Haşdi Şabi kimin vurucu gücü?”  sorgulamasına girmek istemiyoruz. Bizim yanıtını bulmaya çalıştığımız soru şu:  Ortadoğu’da giderek derinleşmekte olan kamplaşmayı “Medeniyetler Çatışması” olarak mı okumalıyız, yoksa mezhep çatışması olarak mı? 

“Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında Huntington’ın ABD’nin önüne koyduğu yeni ‘düşman’, potansiyel terör bataklığı olarak görülen İslam Alemi’ydi. Son zamanlarda İran’ın Rusya ile birlikte hareket etmesi, Irak’ta, Suriye’de, Yemen’de bayrak göstermesi, maddi ve manevi kazanımlar elde etmesi, başta Suudi Arabistan olmak üzere, Sünni İslam coğrafyasında bir yakınlaşmanın, bir cepheleşmenin doğmasına neden olmuştu. Bu yakınlaşmanın bir cepheleşmeye dönüştüğü, 15 Aralık’ta (2016) Riyad’da ‘Teröre Karşı İslam İttifakı’nın, bir başka söyleyişle, Sünni İslam Ordusu’nun kurulduğunun açıklanmasıyla su yüzüne çıkmıştı. 

(…) İslam Alemi, ‘Teröre Karşı İslam İttifakı’ üzerinden bir mezhep savaşına sürüklenebilir. Fakat, bu Şii-Sünni çatışmasının bir mezhep çatışması olarak kalması mümkün değildir; ruhani boyutuyla bir yeni bir Haçlı Seferi’ne, siyasi ve ekonomik boyutuyla da yeni bir dünya savaşına dönüşmesi kaçınılmaz olacaktır.  

15 Aralık 2016’ta kuruluşu açıklanan ‘Teröre Karşı İslam İttifakı’nın Sünni ağırlıklı kurgulanışından duyduğumuz kaygıları 18 Aralık 2016 tarihli ‘İslam Ordusu Kime Karşı?’ başlıklı yazımızda dile getirmiştik. Suudi Arabistan önderliğinde kurulan Teröre Karşı İslam İttifakı’nda Irak, İran, Suriye gibi Şii ülkelerin bulunmaması, ‘İslam Alemi’nde neler oluyor?’ sorusunu da beraberinde getirmişti.” (İslam  Ordusu Kime Karşı? 18.12. 2015)

“FARS MİLLİYETÇİLİĞİ” Mİ, HAÇLI TUZAĞI MI?

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Bahreyn’deki konuşmasında “Fars milliyetçiliği” vurgulaması yapmasının ardından, Türkiye ile İran ilişkilerinde gerginlik giderek artmaktadır. İçerdeki toplumsal dalgalanmayı örtmeye çalışan İran yetkilileri, Türkiye’yi hedef alan ve yüzlerce yıllık komşuluk ilişkileriyle çelişen diplomatik nezaketten uzak tehditler dillendirmektedirler. 

İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Behram Kasımi, “Türk,iye konusunda sabırlı davranıyoruz, ancak, sabrımızın da bir sınırı var” diyor. Kasımi’nin buraya kadarki sözleri diplomatik nezaketsizlik olarak olarak değerlendirilebilir. Fakat, Kasımi’nin asıl değerlendirilmesi gereken sözleri şudur: “Pek çok ülke İran’ın bu konudaki politikalarını destekliyor.” İran’ı hangi ülkeler, hangi amaçla desteklemektedirler? İran’ın, çok yakın bir geçmişte, uluslararası platformlarda, kendisine tek başına destek veren Türkiye’ye böylesine hasmane bir tavır takınmasının nedeni nedir? 

İran’ın yüzlerce yıllık komşusu Türkiye’ye karşı kullandığı diplomatik nezaketten uzak söylemler, Suriye’de bölgesel ve küresel aktörler arasında izlediğimiz çatışmaların dışında, bir başka savaşın hazırlıklarının yapıldığını göstermektedir. 

Eleştiri değil, uyarılara bile tahammül gösteremeyen İran’daki toplumsal çalkantıların sürmesi durumunda, komşumuzun toprak bütünlüğünün de tehlikeye girmesi olasılığı vardır. Böyle bir olasılığın güçlenmesi durumunda, güçlü bir devlet geleneği olan İran’da toplumsal olaylara katılanlara karşı çok sert önlemlerin alınması sürpriz olmayacaktır. 

SURİYE’DEKİ “DAVETSİZ MİSAFİRLER” KİMLER?

Nüfusunun yüzde 40’ı Fars, yüzde 40’ı Türk ve yüzde 20’si çeşitli topluluklardan oluşan İran’ın, bu gelişmelerden Türkiye’yi sorumlu tutması durumunda, Kasr-ı Şirin’den bu yana örnek komşuluk ilişkisi sergileyen iki ülkenin arası giderek açılacaktır. Hamaney’in Başdanışmanı Ali Ekber Velayeti’nin, “Suriye’deki davetsiz misafirler ya kendileri çıkarlar ya da çıkarırlar” söylemi, çok ciddiye alınması gereken bir hareketlenmenin işaretidir. Velayeti’nin bu çıkışı, yüzlerce yıllık geçmişi olan komşuluk ilişkilerini torpilleyen çok talihsiz bir söylemdir. 

Son günlerde Türkiye ile İran arasında tanık olduğumuz söylem çatışmaları, iki komşu ülke arasındaki yaşanan gerginlik gibi görünse de, buzdağının altında çok başka gerçekler yatmaktadır. 

Türkiye ile İran arasında sürtüşme, “Suriye’deki davetsiz misafirler ya kendileri çıkar ya da çıkarılırlar” boyutuna gelmişse, bu gelişme, Ortadoğu’daki İslam ülkeleri arasında mezhepsel eksende bir kamplaşmanın giderek derinleştiğini göstermesi açısından önemlidir. Bölgenin iki önemli aktörü arasındaki bu gerginliğin tırmanması, Ortadoğu’daki varlıklarını kontrollü bir kaos üzerinden sürdürmeyi planlayan emperyalistlerin istedikleri, arzuladıkları ve el altından destekledikleri bir durumdur. 

Sözün özü, tarih boyunca Haçlı Seferleri’nden çok zarar görmüş bölge ülkeleri olarak, bu Haçlı tuzağını boşa çıkarmak zorunda olduğumuzu görmemiz gerekir.