Türkiye’de tarih, geriye doğru götürülmek isteniyor. Kimileri bu işi bilerek, bilinçli olarak yapıyor. Kimileri de gâfilce, şuursuzca bu geriye doğru götürüşte rol alıyor.

İlgili devlet adamları, devlet memurları ise, bu iki gurupla uğraşmak zorunda kalıyor.

Batılı sözde dostlarımızın, tarihi geriye götürme çabalarında, içimizdekilere verdikleri gizli - açık destekler de işin cabası.

Türkiye’de tarihin geriye doğru götürülmek istenmesinden kastımız, Türkiye halkının “Millet” oluş sürecinin tepe taklak edilmek istenmesi. Yâni yüzyıllar süren “Millet” oluş hikâyemizi, olmamış kabul etmek.

Bilindiği üzere millet; hem aynı doğuşta olanların birliğinden meydana gelir. Hem de aynı oluşta olanların beraberliğinden ortaya çıkar. Hattâ aynı oluşta olanlar, aynı doğuşta olanlardan, sayıca çok bile olabilirler.

Çünkü Mevlânâ Hazretleri’nin dediği gibi “Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar daha iyi anlaşırlar.” Yâni gerçek birliği teşkil ederler.

Doğaldır ki, “Millet”, hem aynı dili konuşan, hem de aynı temel duyguları paylaşanların meydana koyduğu bir birlik, bir terkip, bir sentezdir.

Yüzyılların geçmesiyle, aynı coğrafyayı paylaşanlar, aynı topraklarda yaşayanlar, yavaş yavaş temel konularda aynîleşirler. Yerel dil ve kültürlerinde değişimler olur.

Zamanın süzgecinden geçerek ayıklanmalar ola ola, günümüze ulaşırlar. Genellikle başı çeken, önder durumundaki kavmin boyasına boyanırlar. Yâni “Millet” olurlar. Yeni bir oluşla tarihte yerlerini alırlar.

İşte şimdilerde, yapılmak istenen; bu süreci baş aşağı çervirme senaryolarıdır. Böylece millet oluşu bırakıp, kabilelere dönüş yolunu açma çabalarıdır.

Bu aslında içinde yer aldığı milleti berhava etmek.

Aynı zamanda kendini kabîle seviyesine indirmektir. Bu ise sonuçta, herkes için yok oluştan başka bir şey değildir.

Çünkü terkip ve sentez bozulduğunda, kendini meydana getiren parçaları ortaya çıkarmaz. Tersine ortaya ancak bir ucube çıkarır.

Öyle bir ucube ki ne kendine ne de başkasına yâr olur.

Tıpkı atomun çekirdeğini parçalamak gibi. Ortaya atomu meydana getiren elektron, proton gibi parçalar çıkmaz.

Ortaya enerji denen kendisinden başka bir şeye benzemeyen bir tahrip unsuru çıkar.

Günümüzde “İnsan hakları” diye diye, devletin başı ağrıtılmakta.

Bireysel haklar teranesiyle, mangalda kül bırakılmamakta.

Batı’nın üflemesiyle bir bardak suda fırtınalar koparılmakta.

Oysa “Millet” olgusu, yüzyılların süzgecinden süzülegelmiş. Zamanla pekişmiş bir oluşumdur.

İşte Türkiye’de “Türk Milleti”ni çözecek, çökertecek istemlerin çığlıkları atılmakta.

Meydanı boş bulmuşlar. Halbuki Türkiye sahipsiz değil.

Büyük bir yanılgı içindedirler. Dayanaklarının Batılı ayakları kırılmanın eşiğinde.

Onların kılavuzluğunda varılacak yer, ancak hüsrandır.

Bir an önce bu uğursuz çabalardan caymaları gerekir.

Unutmayalım ki, elden gelen öğün olmaz. O da vaktinde bulunmaz.

Önce büyük bir milletin bireyleri olduğumuzu hatırlayalım. Birbirimizle kenetlenelim.

Dostu ağlatıp, düşmanları güldürmeyelim.

Eğri oturup doğru konuşalım! Bireysel haklar, gerçek haktır.

Kimse bireysel haklarından mahrum edilemez.

Zaten edilmemeli de. Fakat elimizi şakağımıza koyup bir düşünelim.

Türkiye’de bireysel haklar vardır. Kimsenin buna ses çıkardığı yok. Engellediği yok.

Kimsenin bireysel haklara bir şey dediği de yok.