Bir pazar günü boğazı üç dakikada kat edip karşıya geçseniz. Üsküdar sahilde durup yoldan geçenlere cevabını bildiğiniz sorular yöneltseniz. Mesela Kuşkonmaz camiini sorsanız, bilen çıkar mı? Çıkmaz! Bir-iki-üç-beş bilen yok. Oysaki aralarındaki mesafe sadece 200 metre. Önünden geçer ama görmez. Akıl hastanesinden kaçmış gibi çoğu, sorular karşısında cüzamlı gibi kaçar. Kim bilir aslında sorulardan korkar. Belki de cümlenin içindeki cami sözcüğüdür kaçtıkları. Dudaklarını aralamaya üşenirler. Hayatın gerçekliğine inat kendi sanal dünyalarında mutlular, koşturup durmaktalar!

Seyyar satıcılara yönelirseniz onlardan da cevap alamazsınız. Kestane satıcısı da kafasını sallar. Çok ileride gözünüze çarpan yaşlı seyyar simitçiye yönelirsiniz. Gülerek sizin yaklaşmanızı bekler ve soruyu yönelttiğinizde “O sorduğun benim oğlumdu, o bilmez ama ben bilirim.” der, gülmeye devam ederek. Sanki gurur duyar gibidir. Şaşkın gözlerinize bakarak gülmeye devam eder.

Kendi bildiğinden oğlunun haberi olmadığı camiyi tarif eder. Hiç gidip gitmediğini merak ederseniz bir kez dahi kapısından girmediğini öğrenirsiniz. Neden kuşların camiye konmadığı öyküsünü sadece dinler, umursamaz bir tavırla. Düşündüren, düşünen bir şey zararlıdır ya da önceliği karnını doyurmaktır. Böylesi mucizevî bir olayın farkına varacak düzeyde değil belki de beyni.

O sırada vapur gişesinde burnunun dibine giren şalvarlı bir hanımı şehirli mutaassıp bir hanım uyarmaktadır: “Sıraya girmeniz lazım.” Yemenisinin ucunu tülbendi ile yanağının arasına sıkıştıran hanım arkasını işaret eder: “Kocam sırada ben bir şey soracağım!” Şehirli olan tekrarlar: “İyi ya sıranıza gidip bekleyin.” Yemenili hanım kararlı, aynı sözlerinde ısrar eder. O sırada arkadan kocasının sesi gelir: “Bırak hanım, cahillerle uğraşma!”

İşte dünyanın tersine döndüğü an, şehirli hanım kafasını yavaşça arkaya çevirir, asaletini elden bırakmadan: “Yakıştı mı bu söz size!” der. Şehirli hanımın bakışlarından içinde, derinlerde bir yerde bir şeylerin kırıldığını hissedersiniz. Doktor olduğunu, bu ülkeye verdiği hizmeti aktarır yanındakine ve yürüyüp gider. Kendi vatanında hüsrana uğramanın kırılganlığı ile kalabalığa karışır. Birden fazla üniversite bitirirse onların gözündeki değeri, onlardan aşağıda olacağı gerçeğiyle gözlerimizden uzaklaşır. Onlarsa arkasından sonsuz haklılıkla söylenmeye devam ederler.

Sonra bir koltuğa oturup kah kıyıları kah insanları izleme oyunu sürer. Yoksulların, yaşlıların, gençlerin, bebeklerin yüzlerinden geçen duygular. İstekleri, beklentileri, amaçları farklı farklı ama bir aradalar. Mazlumlar, gamsızlarla yan yana, her renkte insan aynı havada. Tek giysiler kendini ele veriyor, eski ve yırtık ayakkabılara takılıyor gözlerim.