(-Sela’mın Sedası Cana Dokunur)


Türk askerlerinin İzmir’e girmek üzere olduğu haberi fısıltılar halinde yayılmaya başladığında, Türkiye’deki Ortodoks Rumları derin bir kaygı aldı.

Haberler ardı ardına geliyor ve bu kaygıyı doğrulayacak etkenler giderek gün ışığına çıkıyordu.

Evet, Anadolu’da, Uşak-Dumlupınar’da Yunan Cephesi çökmüş, ordunun önemli bir kısmı Türkler tarafından imha edilmiş ve bu tarihten sonra Türk süvarileri, piyadesi ve topçusu hızla İzmir’e doğru ilerlemeye başlamışlardı.

Yunan Ordusu’ndan arta kalanlar, Anadolu’da büyük kıyımlar yaparak ilerliyor; kentleri, kasabaları, köyleri ateşe veriyor, akıl almaz kötülükler yapıyorlardı.

Türk askerleri de ilerledikçe bu yakılıp yıkılan yerleri görüyor; hızla hareket ederek, Batı Anadolu’da Yunan yıkımının önüne olabildiğince geçebilmek için çırpınıyordu.

Rumlar bir korku ve panik içinde bulundukları yerlerden, kıyı kentlere doğru kaçmaya başlamışlardı.

Türkler’in kendilerinden intikam alacaklarından korkuyorlardı.

Aynı anlarda, ya Yunanistan?

Oradaki Türkler ne durumdaydı?

Yunanistan’ın kıyı kentleri de Yunanistan’da evlerinden atılan Türkler’le doluydu.

Ülkeye dışarıdan kaçak olarak giren mülteciler yığılmıştı.

Ne denetim vardı ne bir şey!

Türkiye’den kaçıp kendini önce adalara, ardından da ana kara Yunanistan’a atabilenler perişan biçimde yığılmaya başlamışlardı.

Eylül ayı bitmiş, daha soğuk aylar gelip çatmıştı.

Bu yığınlar Yunanistan’ın sert soğukları altında kendilerine başlarını sokacak bir dam altı arıyorlar, ancak bulamıyorlardı.

Çünkü sayıları o kadar çoktu ki!

İki ay içinde Yunanistan’a 800.000 mülteci yığıldı. Adalar kaynıyor mülteci Rumlardan adım atılacak yer bulunmuyordu. Çoğu hala Türkiye’ye gün gelip dönebilecekleri umudunu taşıyorlardı. Bu nedenle pek çoğu mallarının-mülklerinin çoğunu orada bırakıp canlarını Yunanistan’a atmışlardı.

Bu nedenle bu insanlar gözlerini Yunanistan’daki Müslümanlar’a diktiler.

Çoğu, bu durumlara düşmelerinin nedeni olarak Türkler’i görüyor ve hemen yanı başında gördüğü Müslüman Türkler’i bir düşman gibi algılıyorlardı.

Bir süre sonra adli olaylar çıkmaya başladı.

Türkler’in yoğun biçimde yaşadığı yerlere gece baskınları düzenleniyor, insanlar yaka paça evlerinden atılıyorlardı. Zorla evlerine girip oturuluyor, bu olaylara Yunan polisi büyük bir hoşgörüyle bakıyordu. Zaten bir süre sonra hükümet de bu tür olayları destekler bir tavır takındı.

Yunanlı çeteler ortaya çıktı. Bunların bir çoğu asker kaçkını kişilerdi. Dağlarda eşkıyalık yapıyor; Türk köylerine sürekli baskınlar yaparak katliam yapıyor, insanları soyuyor; ellerinde ne var ne yoksa alıyorlardı.

Bütün bu baskılar üzerine artık Yunanistan Türkler için bir cehennem haline gelmişti. Hükümet tuttu, Türkler’in bir yıl boyunca ürettiği mahsullerine “Savaş Vergisi” diyerek el koydu. 

Sokaklar artık perişan halindeki Türkler’in görüntülerine sahne oluyordu.

Onlar için tek çare, bir an önce Anavatan Türkiye’ye canlarını atmaktı.

Çoğu soyulmuş, üzerlerindeki paralar ve değerli eşyalar alınmış, evlerine zorla el konulmuş; umutları bile çalınmış insanlardı. Bez parçaları içinde, ana sırtındaki beşiklere sarılmış kundaklar içinde çocuklarından gelecek sesteydi anaların kulakları; acaba bir şey olacak mı diye yavrularına korkaraktan…

Yollar kar suları ve çamurlar içinde vıcık vıcıktı; çıplak ayaklar batıp çıkıyordu yol aldıkça bu çamur-çökeğe… Yüreklerde, gelecekte başlarına ne geleceği korkuları vardı. Koparıldıkları yerde yaşama imkânları kalmamıştı.

Ya yollarda ve varabilecekleri yerlerde?

Bu gurbet kuşlarının oralara gittiklerinde güven içinde ayaklarını değdirebilecekleri bir kuru dal var mıydı?

Sokağa atıldıklarında bu kez de toplumsal baskı ve şiddetle karşı karşıya kalıyorlardı. Gruplar halinde, kağnılarla, yaylı at arabalarıyla ya da yaya olarak kışın şiddetli soğukları altında Selanik, Hanya, Kandiye, Resmo, Kavala gibi liman kentlerine göç etmek için çaba gösterirlerken, şiddetli tepkilerle karşılaşılıyordu. Üzerlerine saldırılar oluyor, dövülüyor, ellerinde ne kaldıysa bu kez onlar da alınıyordu. 

Örneğin Selanik’te bir grup mülteci Türk’ün yolculuğu sırasında içlerinden biri öldürülmüştü. Grubun ileri gelenleri öldürülen kişi için bir cenaze merasimi yaparak, bir mezarlığa gömmek istemişlerdi. Ölü yıkanıp kefenlendi, namazı kılındı. Ancak daha o anda gruba Yunanlı fanatikler taşla ve sopalarla saldırdı. Tabutu taşımaya çalışan Türkler’e acımasız bir şiddet uygulandı ve olayı anlatan gazetenin haberine göre, içinde ölü olan tabut orta yerde kaldı. Ancak Yunan polisinin çok sonraları devreye girmesiyle ölü gömülebildi.

Boşuna değildi ki şu Türkü:


Selanik içinde selam okunur

Selamın sedası bre dostlar, 

Cana dokunur…


Ah gidi Selanik Ah, ah gidi muhacirlik ah!

Yurtlarından zorla, türlü kötülükler ve baskılarla koparılıyordu insanlar.

Köklerinden koparılmış fidanlar gibi, garip olup yollara dökülüyor; nice anılar, umutlar toz olup topraklara gömülüyordu.

Oysa bu olaylar olduğunda daha Mübadele sözleşmesi imzalanmamıştı bile.

Dönemin egemen olanları insanların yazgısını belirleyecek anlaşmalara imza koymaya hazırlanıyorlar; bunun için örneğin Milletler Cemiyeti uzmanı Dr.Nansen tarafından oluşturulan raporda söylendiği gibi, bu sözleşmenin zorunlu olduğunu fısıldıyorlardı gazete muhabirlerine…

1922-1923 yılı kış ayları Türkler için böylesine zorlu sıkıntılarla geçiyordu. 

Mübadele sözleşmesine gelince:

Yukarıda söyledik; ancak 30 Ocak 1923’te Lozan’da imzalanabildi.

Sözleşme imzalanmıştı. Ancak onun uygulamaya geçebilmesi için neredeyse sekiz-on aya yakın bir zamana gereksinim vardı. 

Bu zaman içinde ne yaparlar; nasıl barınır, ne yer ne içerlerdi ki?

Muhacirlik zor zanaattı vesselam…