Eğer o benlik, yaratılış gayesini unutur. Yaratılıştan gelen görevini terk eder.

     Kendine isminin mânâsıyla, kendine kendi nâmına. Kendine, kendi hesabına bakacak olursa.

     Bir şeyin bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsıyla baksa, kendini mâlik, kendini sâhip sansa. Öyle inansa. O zaman ilâhî görevlere hıyanet etmiş, hainlik etmiş olur.

     “Nefsini günaha daldıran, hüsrana düşmüştür (ziyan etmiştir).” (Şems: 10) mealindeki âyetin kastettiği mânaya uygun hareket etmiş olur.

     İşte bütün Allah’a ortak koşmaları, tüm kötülükleri, olanca sapkınlıkları, inançsızlıkları doğuran; benliğin bu yönü, bu tarafıdır.

     İşte benliğin bu yönündendir ki; gökler, yer ve dağlar dehşete düşmüşler. Yok ama var sayılan yani farazî bir şirkten, yani Allaha ortak koşmaktan korkmuşlar.

     Evet benlik ince bir elif hükmünde bir teldir. Farazî / var sayılan, hayalî bir hattır. Böyle iken mahiyet ve özelliği bilinmezse; örtülü olarak, gizlice büyür gelişir.

     Gittikçe kalınlaşır. Bedenin her yanına yayılır. Koca bir ejderha gibi, insan bedenini yutar. Bütün o insan, bütün lâtifeleriyle, mânevî yapısındaki ince duygularıyla, sanki benlik kesilir. “Ben” olur. “Ben” kesilir. “Ben” dâvâsı güder. Ben neymişim yâ hû? Der. Haddini bilmez. Haddini aşar. Firavunluk, Nemrutluk yoluna saparak yoldan çıkar.

     Sonra cinsin benliği de milletine ve kendi cinsinden olanlara -diğer milletlerin zararına ve aleyhine olarak- yakınlık ve taraftarlık bakımından o benliğe kuvvet verir. Böylece o benlik; o kendisinden bildiği kişilerin benliğine dayanarak şeytan gibi olur. Onun yaptığını yapar.

     Allah ki her şeyi sanatlı bir şekilde yaratır. Sonsuz görkem ve yücelik sahibidir. Böyle bir Rabbin emirlerine karşı çıkar. Onlara karşı koyar. Onlarla çarpışır. Sonra kendine kıyaslama suretiyle, herkesi hatta her şeyi kendine kıyas eder. Kendisiyle karşılaştırır.

     Allahın mülkünü onlara bölüştürür.

     Allahın mülkünü sebeplere paylaştırır.

     Bu suretle son derece büyük bir şirke düşer. Allaha ortak koşar.

     “Muhakkak ki şirk pek büyük bir zulümdür.” (Lokman: 13) âyetinin anlamını gösterir.

     Evet nasıl ki devlet malından kırk parayı çalan bir adam, ancak orada bulunan, bütün hazır arkadaşlarının da ondan biraz almalarını kabul ile bu işi hazmedebilir. İçine sindirebilir.

     Onun gibi “Kendime sahibim!” diyen adam, “Her şey kendine sahiptir!” demeye mecbur kalır.

     “Her şey kendine mâliktir!” diye inanmak zorunda olur. 

     İşte benlik, şu haince durumunda iken, tam bir bilgisizlik içindedir.

     Binlerce fen ilmini bilse de, bilmediğinden habersiz kimsenin cahilliği gibi, bir büyük cehalet ve bilmezlik içindedir.

     Çünkü duygu, fikir ve düşünceleri; evrenin bilgi ışıklarını getirdiği zaman; kendisinde onu doğru bulacak, onu doğrulayacak, onu ışıklandıracak bir madde bulamadığı için karanlıkta kalırlar.

     Nefsinde onu devam ettirecek bir şey göremediği için sönerler. Gelen her şey, kendisindeki renklerle boyanır.

     Hikmetin ta kendisi bile gelse, nefsinde tam bir gayesizlik. Kendinde tam bir saçmalık, şekil ve görüntüsünü alır. Onun için bir şey ifade etmez olur. Çünkü şu durumdaki benliğin rengi, Allaha ortak koşmaktır. Allahı inkâr etmektir.

     Bütün kâinat, tüm evren; parlak âyetlerle dolsa, o benlikteki karanlık bir nokta; onları bakışta söndürür, göstermez.

     Aslında Benlik harfîdir. Sahibini bilir. Sahibini tanıtır. Bu niteliğiyle çok hassas bir ölçü birimidir. Doğru bir ölçek ve ölçü âletidir. Kapsamlı bir fihrist, bir listedir. Tam bir haritadır. Her şeyi içine alan bir aynadır. Kâinata güzel bir programdır. Çünkü kâinat bir plândır. İşte “Benlik” böyle bin bir özellik taşır. 

     İşte ancak konuya bu girişten sonra; hakikata girilir. 

     Benliğin gerçek mahiyeti anlaşılır.