Sanki yaprak dökümü mübarek:
Hocam Prof. Dr. Ünsal Yavuz da hakka yürümüş!
Onu gördüğümde ilk dikkatimi çeken sol kolundaki kalın zincirli altın künyesiydi.
Sonra da dersimizde sık sık patlattığı kahkahalar...
Sanırdık ki o kahkahalarla sınıfımızın duvarları ha yıkıldı ha yıkılacak!
Kürsümüzün en sevilen hocalarındandı.
Kürsü Başkanı Doç. Dr. Nejat Kaymaz, öğretim üyeleri de Dr. Ünsal Yavuz, Dr. İzzet Öztoprak, Dr. Kurtuluş Kayalı ve Araş. Gör. Ahmet Emin Yaman...
Yıl 1981...
Kasım ayı, biz kürsüde ilk sınıfta derslerimize başlamışız. 
Bu sırada Ünsal Yavuz hocamız Fransa'daydı ve gelmesi bekleniyordu.
Derken geldi.
İkinci sınıfta; "Kurtuluş Savaşı'nın Mali Kaynakları" adlı dersinde tanıdık onu.
Artık onu kadife pantolonu, deri çeketi ve sırtındaki çantasıyla tanıyorduk. 
12 Eylül yönetimi demir yumruğunu vurmuştu ya masaya!
Pek çok hocamız kesin olarak takım elbiseyle fakülteye gelirdi. Bir çoğu sakallarını da kesmişti. Bu nedenle Ünsal Hocamız'ın biraz da Fransa'dan getirdiği havayla kendine göre özgür giyinişi çok hoşumuza giderdi.
Sema Kiper anımsattı; aman yarabbi bir de elinde piposu, ne kokular yayılırdı odasından koridora doğru, ne kokular!
Biz çömezler karşısında dizilmişiz, o bir yandan kahkahalar atarak davudi sesiyle bize karşılık veriyor, öte yandan piposuna bastıra bastıra tütün yerleştiriyor.
O dönemlerde pipo içmek bile cesaretin göstergesiydi!
Ve hocamız, bize göre çok cesurdu, çok!
O yılların garip bir havası vardı:
Adlarını vermek istemediğim kimi hocalarımız sürekli not tuttururlardı ders anlatmak yerine; hikmeti neyse bir türlü anlamadığımız!
Örneğin hemen yanı başımızda TTK'da Enver Ziya Karal'ın Osmanlı Tarihi kitabı satılıyor; bir hocamız tutmuş, 7. ciltten bize notlar tutturarak ders anlatıyor, iyi mi!
Ne yalan; arada Ünsal Hocamız da not tuttururdu. Örneğin "İmparatorluk'tan Ulusal Devlete!" adlı dersinde o da not tutturuyordu. 
Ancak bir farkla:
O her not tutturuşunun ardından anlatımlar yapar, dersi canlı tutardı. 
Bu anlatımlar sırasında 126 nolu dersahenenin pencerelerinden bazen gözlerim dışarı, bulutların mavisine doğru kayardı. Dalmış gitmiş bir halde, bugünkü Adalet Bakanlığı'nın inşaat halindeki binasının yükselen duvarlarını ve sanki gökyüzünün mavisine ulaşacakmış gibi yüksek vinçleri görürdüm. 
Arada sırada da bağırarak uçan guruplar halinde büyük karga kuşlarını...
Aklım gider gelirdi:
17 yaşındayım, ailemden uzakta, cepte yarın ne olacak korkusuyla saklamaya çalıştığım üç beş kuruş; hep yaya olarak yurda giden gelen ben, garip dünyaların içindeydim.
Annem, babam; hafta sonu koşar adım gittiğim eski Ankara garından binip bir otobüse, Samsun'a gideceğim anları düşünürdüm. 
Bilir misiniz, evime gittiğimde babam okulumun nasıl gittiğini sorduğunda; aman Ünsal Yavuz Hocamı ne övgüyle anlatırdım!
Vay hocam vay!
Ankara'nın kışı sert olur.
Saatlerce Sıhhiye Köprüsünün altındaki çay ocaklarında ya da Zafer Çarşısı'nda zaman öldürdükten sonra derslerimize giderdik.
Kışları üşümüş olurduk. 
Kar sularıyla ıslanan ayakkabılarımızdan tuhaf bir soğukluk tenimize doğru yayılırken, hocamızın güleç yüzü ve bol kahkahaları ısıtırdı içimizi. 
Derse giderken, eğer ders onun dersi ise sevinirdik.
Yalnız o değildi bizi sevindiren ve bu enerjiyi veren elbette.
Örneğin; Kurtuluş Kayalı'yı, İzzet Öztoprak'ı ya da Şerafettin Turan hocamızı nasıl söylemem! 
Ya da kürsümüzün tek asistanı, Emin Yaman hocamızı!
Musa Çadırcı, Özer Ergenç; rahmetli Mahmut Şakiroğlu!
Hatta, herkesin çok sert ve uyumsuz diye nitelendirdiği kürsü başkanımız o zaman Doç. Dr. olan Nejat Kaymaz'ı bile çok sevdim şahsen, inkar edemem!
Her bir hocamızın kendine özgü yanları vardı kuşkusuz.
Ünsal Hocamızı da farklı kılan özellikleri bulunurdu.
Neydi bunlar?
Bana göre önce insanlığı.
İnsan adamdı, baba adamdı hocamız.
Hani kimi hocalar olur, burnundan kıl aldırmaz; küçük dünyaları onlar yaratmıştır ya! Ulaşamazsın bir türlü ne yapsan!
Ağzı açılır açılmaz büyük kerametler yumurtlayacak diye beklediğimiz.
Ancak Ünsal Bey'den hiç çekinmez rahatça düşüncelerimizi paylaşabilirdik.
Yobazlıktan ve tutuculuktan hiç hoşlanmazdı. 
Kendine göre bir duruşu ve bakış açısı vardı bu konuda.
Ancak bize karşı ne arkadaş canlısıydı, akıl alacak gibi değil!
Ben Ünsal Bey'in kızdığını, tepesinin tasının attığını ve kimi şeylerden yakındığını hiç görmedim, hiç!
Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinin uzun tarih katına yan yana sıralanmış daracık odalar...
Ünsal Bey yine öteki hocamız İzzet Öztoprak'la daracık ortak odalarında otururdu.
Sonradan Kurtuluş Kayalı ile aynı odayı paylaştı.
Kurtuluş Bey dağınık biçimde masasının başında yayılmış ya kitap okur, ya öğrencileri başına üşüşmüş; ona bir şeyler sorarlar ya da bir konuda tartışırlardı.
Eğer bizim işimiz Ünsal Bey'leyse, o bu karmaşa ortamında bile pencere önündeki masasında, tel dolabını andırır camdan kapaklı dolabının önünde gülerek ve kahkahalar atarak karşılardı bizi.
Aman içimize bir güven doğar, bir güven doğardı.
Omuzlarımız çökükse de dirilir, aldığımız aşıyla yüreğimiz kabarırdı.
Her iki hocamız da güleçti ve takılmayı severlerdi.
Ünsal Yavuz, Lisans döneminde tez danışmanım oldu. 
Tezimle ilgili arada görüşmelere giderdim. 
Eğer koridorda görürsem onu, uzun koridorun bir ucunda ben ötekinde o; anlardı elbet kendisine geldiğimi: 
-"Benim yarim, gelişinden bellidir!" diye kahkahalar atardı.
Hiç "Kemal" demedi bana.
"Kemal Arı" derdi, "Arı"nın üstüne özellikle basarak; sanki her üç harfi çatlata çatlata.
Hey gidi hey!
Neşeli adamdı hocamız, neşeli.
Dersteyiz:
Elinde küçük küçük kağıttan fişler; üzerinde anlatacağı derslere ait notlar... 
Cam gözlüğünün ardında fıldır fıldır parlayıp dönen gözleri yeşil, kahverengi arası gözleri.; "Tarih Yöntemi" dersi anlatıyor. 
Fiş nasıl tutulur, hangi tür bilgi nereye nasıl yazılır...
İri gövdesiyle arada bir kara tahtaya gidip fişleri çizerdi, görsel olarak. Anlatır, anlatır; sonra yeniden kürsü yanındaki koltuğuna otururdu.
Ve biz bilirdik, şu tür alıntılar fişlerde böyle gösterilir, önem sırasına göre bu bilgiler şu renk kalemlerle çizilir vs. vs. 
Ne çok inanırdı anlattığına!
O'nun dersi geldiğinde, sınıftaki herkeste tatlı bir rahatlama olurdu.
Ünsal Yavuz'un dersiydi dersimiz kolay mı? Neşeli adam, eğlenceli adam, cesur adam; bizim gibi, bizden olan bir adam! Biz umutsuzsak da o bol bol kahkahalar atacak, ders ortamını yumuşatacak, bizi de rahatlatacaktı. 
Umut aşılardı hocamız hep!
Atatürk hiç umutsuz olmadı da, o her zorluğu göze aldı da...
Her birimiz Atatürk olacaktık sanki; hey gidi hey!
O zamanlar 12 Eylülün rüzgarları esiyordu hala. Fakültede o olağanüstü etki ağırlıklı biçimde duyumsanırdı. Herkes çekinirken darbecileri ağızlarına almaya; kimi derslerinde hoçamız eleştiriler getirir; biz de bu cesaretine şaşıp kalırdık.
Valla korkkmuyordu hocamız; cesurdu kendine göre; vay ki vay!
Çünkü her gün fakülteye ayak bileklerimize kadar aranarak girerdik.
Aramızda gizli polisler, askerler var; bizden görünüyorlar diye düşünürdük. Ders aralarında ya ortadaki avluda ayakta bekleşir yada taş duvarların üzerine otururduk; çünkü o zamanlar gidip zaman geçireceğimiz bir kantinimiz bile yoktu. 
Hocam, Ödemiş'te doğmuştu ama aslen bildiğim kadarıyla Artvinli'ydi. Bu yönüyle de bir yakınlık duymuştum kendisine; uzak da olsa hemşeriydik ya! Konuşurken gözbebeklerinde çakırcalı kaynaşmalar olur, karıncalanmalar görürdüm; ışıltılar içinde.. 
Bu kaynaşmalar, kalın burun yapısı ve yüz hatları aklıma hepArtvin'i, daha olmadı Rize'yi, Trabzon'u getirirdi.
Gözlüğü, kocaman çerçeveliydi. 
Güneş gözlüğü de acayip büyüktü; ifil ifil takar, sırtında çantası fakülteye öyle bir girerdi ki; Mehmet Altay Köymen'in bölüm başkanlığı zamanında; vay ki vay!
Kendi gençlik dünyamızda bunu bile bir şeylere meydan okuma sayardık.
Hey gidi hey!
Vay ki Vay!
Eni sonu ölümlü kalımlı dünya vay!
Üniversiteden mezun olmuştum.
İzmir'e gelip de Ege Ün.de öğretim görevlisi olarak göreve başladıktan bir süre sonra kendisini ziyarete gittim.
Kendi mezun olduğum kürsüde asistan olmam için kürsü başkanımız Prof. Dr. Nejat Kaymaz'dan umut vaadeden sözler almıştım. Ancak o zamanın siyasal rüzgarları içinde herkes bir yana savrulunca, kürsü başkanlığımıza dışarıdan Prof. Dr. Hasan Köni getirilivermişti.
Bir parça gönlümüz kırıktı. Kendi kürsümüzde kalmak, orada akademik yaşama başlamak isterdik elbette.
Bu ziyaretimde bir parça bu konuda sitem ettiğimde, kolumdan tutup beni hızla Hasan Köni Bey'in odasına bir çırpıda gittiğimizi; rahmetli hocam Mahmut Şakiroğlu'nun da bulunduğu ortamda beni Prof. Dr. Hasan Köni'ye tanıtıp, sitemimi ona aktardığını hiç unutmam.
-"Gel!" dedi, Hasan Köni. "Gel, seni alacağım kürsüye!"
Gitmedim...
Nedeni bende kalsın; sonradan çok sevdiğim Hasan Hocamla ilgisi yok, bu kadarını söyleyeyim.
Hani derler ya her işte bir hayır vardır diye, gerçekten öyleymiş.
Belki de o zamanlar üzüldüğüm bu süreç bana çok değerli bir arkadaşımı kazandırdı, ne bileyim!
Daha yeni duydum:
Hocam Prof. Dr. Ünsal Yavuz hakka yürümüş!
Vay gidi vay!
Hocama da ölüm denilen ocaklardan ırak olası yakışır mıymış vay!
Çok yönlü birisiydi.
Fakültenin sosyal ve kültürel etkinliklerinde hep adı görülürdü.
Uzun ve kalıplı boyu; gür sesi ve bol bol attığı kahkahaları...
Onun yanında asla kederli olmuyordu insan; o hem gülmeyi seviyor hem de gülen insandan hoşlanıyordu.
Sonraları çok görüştüm. Sık sık kendisini telefonda aradım, halini hatırını sordum. En son rahatsızlıkları konusunda da bilgim vardı. Hele Amerika'da Washington DC.'den orada tanıdığım ortak tanıdığımız Ataturk Society of America'nın kurucusu Hüdai Yavalar ile birlikte telefonla kendisini aradığımda sesindeki mutluluğu hiç unutamam.
Aman ne sevinmişti, ne sevinmişti!
Atase Başkanlığındayım; yedek subayım.
Bir komutanımız var, kurmay bilmem ne; adı bende kalsın.
Hocamız onun doktora danışmanı. 
Çağırdı beni komutanımız. 
Gittim, çat selam çakarak, birinci sınıf tören elbiselerim içinde.
Demiş ki komutanımıza hocam:
-"Benim yanıma gelip gitmeye zahmeti etmeyin doktora teziniz için. Kemal Arı orada. O size yol gösterir. O ne derse kabulümdür benim!"
Artık komutanımızın odasına gidip kapısını çalıp içeri girene kadar ben asteğmenim, o parlak yıldızları olan komutanım.
Selam çakıyorum çakı gibi; "Asteğmen Arı" diyerekten, tak topuk sesi; derken oda kapısı kapanıyor içeri davet edilmemle; oturuyorum; artık ben hocayım, komutanım benim öğrencim. Önerilerde bulunuyorum tezini kontrol ederken, şöyle yapın, böyle yapın!
Artık gelsin kantinden çaylar, gitsin pastalar!
Vay ki vay!
Sıkışık olduğum anlarda arayıp akıl danıştığım kişilerden birisiydi.
İzmir'den sesimi duyduğu zaman telefonda:
-"Sen oranın kalesisin, kalesi!" derdi.
A hocam; kale kim, biz kim!
Tüfek icat olmuş mertlik bozulmuş!
Köroğlu olmak bize mi kalmış a hocam!
En büyük sorunu da yüksek şeker... Ancak hoca hiç yemesine içmesine dikkat etmezdi ki!
Son zamanlarda kontrolsüz kilo alışları vardı. 
Hareketleri güçleşmişti.
Şimdi aniden duydum:
Hocamız hakka yürümüş.
Vay ki vay!
Onun ölümüyle bizler yalnız bir hocamızı değil; aynı zamanda hep iyi niyetli olduğundan emin olduğumuz bir ağabeyimizi de yitirdik.
Güle güle git canım hocam.
Yiğit adam!
Yolun ışıklar içinde olsun.
Seni hiç, hiç unutmayacağım.
Kalbimde hep yerin ve aydınlığın olacak.
Sevilecek adamdın sen be hocam!
Prof. Dr. Kemal Arı!