Günümüz dünyasında “ben” ve “bencilik kavramı” o kadar öne geçmiştir ki, nerdeyse bireysel yaşantıdan toplumsal yaşantının tümünü etkisi altına alacak dereceye gelmiştir. En acı olanı yanı ise kendi toplumumuzdaki insanların bazı insani değerlerin göz ardı ederek bencilleşmeleridir. Sosyal ve ekonomik kazançlarda yaşadığımız toplum bazında düşünce adeta unutulmuş duruma gelmiştir. Yaşamsal olarak; çocuklarımıza gösteremediğimiz sevgi, kadınlarımıza karşı uyguladığımız zalimlikler, büyüklerimize karşı saygısızlıklar, komşularımıza karşı umursamazlıklar, yaşadığımız çevreye karşı ilgisizlikler; artık içimizi acıtır duruma gelmiştir. Birlik, beraberlik, dayanışma, sevgi ve saygı kavramları slogan olmaktan öteye gidemez olmuştur. Oysa bireyler toplumlar ve için en bencilik bir hastalıktır!
Benciliğin en iyi tedavisi, toplumsal dayanışma sevgi ve saygı çerçevesinde kendin dışındaki tüm insanlara verilecek değer ile olur.
Oysa dünyada insanın güzel yaşamı için ne güzel örnekler vardır. İşte o örneklerden bir akç tanesi:  

***


Bir gün sormuşlar ermişlerden birine:

"Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?" 
Bakın göstereyim demiş, ermiş. Önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar. 
"Ermiş bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz" diye bir de şart koymuş.
"Peki" demişler ve içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? 
Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan. Bunun üzerine "şimdi" demiş ermiş, "sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe." Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa. "Buyurun" deyince, her biri uzun boylu kaşığını çorbaya daldırıp, sonra karşısındaki kardeşine uzatarak içirmiş. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan!
O zaman ermiş şöyle demiş: "işte kim ki gerçek sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse, o aç kalacaktır ve kim kardeşini düşünür de doyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır şüphesiz ve şunu da unutmayın, gerçek pazarında alan değil, veren kazançtadır daima." 

***


Padişah Sultan II. Mahmut zamanında, İstanbul'da bir adam yaşarmış. Ama bu adam öyle bencil, öyle kıskanç, öyle kendisini düşünür bir kişiymiş ki, bu konuda meşhur olmuş. “Bencil Bekir Efendi” deyince, tanımayan yokmuş adamı. Yani anlayacağınız, tam müzmin bir “bencillik hastası…”

Artık, bir “bencillik” örneği anlatılacaksa, Bekir Efendi hemen hatırlanır ve “Bencil Bekir Efendi gibi” denir olmuş…
“Bencil Bekir Efendi'nin” ünü, gitgide padişaha kadar ulaşmış. Padişah da merak etmiş; adı bencile çıkan adamı görmek istemiş.
Bekir Efendi'ye Padişahın geleceği haber verilmiş. Sevinmiş tabii ve hemen elinden geldiğince hazırlıklar yapmış. Padişah gelmiş… Hem Bekir Efendi'nin terbiyesini hem de hazırlıklarını beğenmiş. Güzel sohbetler olmuş ve kalkıp gideceği zaman yaklaşmış. Ama hep düşünüyormuş, “Niçin bencil adını takmışlar bu adama? Hâlbuki ne kadar da iyi biri!” Diye… Padişah onu denemek istemiş ve adet olduğu üzere demiş ki:
“Bekir Efendi! Sağ olasın, seni sevdim. Şimdi dile benden ne dilersen… Köşk mü, para mı, at mı, araba mı? Ne istersen yapacağım. Lakin bir şartım var. İstediğin şeyi sana mutlaka vereceğim; ancak bu yan tarafta oturan komşuna senin istediğinin iki katını vereceğim.”
Bekir Efendi, buruk bir sevinç içinde düşünmüş, taşınmış ve bir türlü depreşen bencilliğinden kurtulamamış. Komşusunun daha büyük bir zarara uğraması için kendisi bir felaketi göze alarak demiş ki:
“Padişahım, benim bir gözümü çıkarttır!”
Böylece, komşusunun iki gözünün çıkartılması için tek gözünü feda etmeye razı olmuş! 
Ama derler ki; Padişah Bencil Bekir’in isteğini yapmamış tabi ki; tam tersine Bencil Bekir’i cezalandırmış. Bencil Bekir ise acımazsız “bencilliğin” bedelini ödemiş böylece! Bu hikâye ise “bencil olanlar ve kendisinden başkasının iyiliğini istemeyenler” için bir örnek olsun diye yüz yetmiş yıldır dilden dile anlatılarak gelmiş bugünlere!   
***
Yaşlı Kızılderili reisi kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede birbiriyle boğuşup duran iki kurt köpeğini izliyorlardı. Köpeklerden biri beyaz, biri siyahtı ve on iki yaşındaki çocuk kendini bildi bileli o köpekler dedesinin kulübesi önünde boğuşup duruyorlardı. Dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu, yanından ayırmadığı iki iri kurt köpeğiydi bunlar. Çocuk, kulübeyi korumak için bir köpeğin yeterli olduğunu düşünüyor, dedesinin ikinci köpeğe neden ihtiyacı olduğunu ve renklerinin neden illa da siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu artık. O merakla, sordu dedesine! Yaşlı reis, bilgece bir gülümsemeyle torununun sırtını sıvazladı.
“Onlar” dedi, “benim için iki simgedir evlat!”
Çocuk sordu:
“Neyin simgesi?” 
“İyilik ile kötülüğün simgesi. Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur. Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanımda tutarım onları. Çocuk, sözün burasında; ‘mücadele varsa, kazananı da olmalı’ diye düşündü ve her çocuğa özgü, bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi:
“Peki” dedi. “Sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?”
Bilge reis, derin bir gülümsemeyle baktı torununa.
“Hangisi mi evlat? 
“Ben, hangisini daha iyi beslersem!”

***


Sonuç: Bu üç hikâyenin özetine gelince; ne güzel buyurmuştu, Hz. Muhammed(A.S.); “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.” 

Benciliğin cezasını bir gün gelir yine bencil olanlar çeker diyorum!
Bütün kötülüklerin yok edicisinin de iyilik olduğunu bilerek; her zaman ve her yerde iyiliği besleyip büyütelim, bu dünya insanlığının güzel yaşamı için!
Kısacası: Benciliği bir kenara bırakarak; ülkemizin, milletimizin, devletimizin ve hükümetimizin güçlü olması için; destek, dayanışma, birlik ve beraberlik içinde olursak, bu durum bizi güçlendirdiği gibi; kötüleri ve kötülükleri ise her zaman bertaraf eder!