31 Mart 1909 ‘da Yani bundan 106 yıl önce bugün; Taksim Kışlası'ndaki Avcı Taburu'na bağlı askerler subaylarına karşı ayaklanarak hükümetin istifasını istediler. Ayaklanma kısa bir süre bastırılmış oldu. Ama en önemli gelişme, Meclis-i Umumi Milli adı altında birlikte toplanan Heyet-i Mebusan ve Heyet-i Ayan'ın Abdülhamit’in tahttan indirilmesini, yerine V. Mehmet’in geçirilmesini kararlaştırmasıydı.

Hepimizin bildiği gibi, Osmanlı’nın son dönemi hep sıkıntılı geçmiştir. Çünkü dışarıdan düşman saldırıları bir yana, içeride isyanlar ise devletin çöküşünü hızlandırmak için adeta düşman devletlerle yarışır bir durum almıştır. Son dönemin padişahı olan Abdülhamit ise 33 yıl akıllı politikaları sayesinde devletin ömrünü uzatmak için büyük çabalar sarf etmiştir. Öyle ki, Sultan Abdülhamit sağlığında bir karış toprak vermemiştir. O’na karşı olanlar, O’nu başarısız kılmak için içeriden ve dışarıdan işbirliği yapmaktan geri durmamışlardır.

Hatta Doktor Theodor Herzl, 1896 yılında İstanbul'a gelerek, Polonyalı Kont Philippde Newlinski'nin delaletiyle padişahla görüşür ve Filistin karşılığında padişaha 20.000.000 (yirmi milyon) sterlin vermeyi hatta Osmanlı’nın bütün borçlarını ödemeyi teklif eder. Daha da ileri giderek “Musevilerin etkin bir yardımı olmadan, mali sorunların çözümünde Osmanlı Devleti'nin bir başarı gösteremeyeceğini” vurgulamaktan da geri kalmaz. 

Kısacası, Osmanlı Devleti’nin bütün dış borçlarını kapatmaya karşılık, kendisinden Yahudilere Filistin’in satılmasını isteyen Theodor Herzl başkanlığındaki heyete II. Abdülhamit Osmanlı haritasını göstererek şöyle demiştir: “Bu konuda sakın bir adım daha atmayın. Ülkemin bir çakıl tasını bile satamam. Çünkü o benim değil, halkımındır. Bu devlet onu kanı pahasına aldı, kanı pahasına yaşattı. Birilerinin gasp etmesine izin vermeksizin kanımız pahasına da koruruz. İki tabur askerimiz Suriye ve Filistin’de savaştı. Plevne’de 93 Harbi’nde Orduy-u Hümayun’umun Filistin Alayı’nın askerleri, bir tanesi dönmemek üzere şehit olmuşlardır. Ben canlı vücut üzerinde paylaştırma yapamam. Osmanlı Devleti benim değil, milletindir. Hiçbir parçasını veremem. Filistin’e ancak cesetlerimiz üzerinden girilebilir. Yahudiler milyonlarını saklasınlar. Devlet parçalanırsa, Filistin’i karşılıksız da alabilirler. Şu kadar var ki, bu devlet cesetlerimiz çiğnenmeden parçalanamaz. Ne için olursa olsun, biz ölmeden kimse bizi birbirimizden ayıramaz. Ben onun hiçbir parçasını vermem...”

İçeriden ve dışarıdan O’na karşı olanlar, işbirliği yaparak maalesef O2nu tahttan indirirler. Tahtan indirildikten sonra Selanik Alatini Köşkü’nde tutuklu bulunan Abdülhamit’in, Balkan Savaşı’nın tüm hızıyla devam ettiği bir zamanda, bir gece yarısı kapısı çalınır. Gelen muhafız kumandanı Rasim Bey’dir. Mahzun ve perişan haldeki Rasim Bey:

- Zat-ı hümayununuzu rahatsız ettim, beni mazur görünüz. Dört devletle savaş halinde olduğumuzu söylemem gerekiyor!

- Dört devlet mi? Kim bunlar Rasim Bey, hemen Allah orduya güç, kuvvet versin, Allah’ın izniyle zafer bizimdir! Rasim Bey başını yere eğer ve ağlayacak gibi konuşur:

- Yunanistan, Bulgaristan, Karadağ ve Sırbistan’la Hakan’ım. Maalesef yenilmek üzereyiz! Bunları duyan sultan, kahrolur ve şöyle cevap verir:

- Dört devlet birleşir de haberimiz olmaz mı Rasim Bey. Bu nasıl bir gaflettir! Oysa ben Onların birleşmemeleri için ne çabalar sarf ettim! Bu devletler birleşemezler ki! Aralarında “Kilise kavgaları “ var… Yıllar yılı süren Makedonya boğuşmasını hatırlamıyor musun? Rasim Bey devam ederek:

- Efendim “Kiliseler Kanunu’nu” çıkararak Meclis-i Mebusan ve Ayan(Senato) bu anlaşmazlığı halletti. Başımıza bu işlerin açılacağını kim bilebilirdi ki? Selanik bugün yarın düşmek üzere. Sizi İstanbul’a götürecekler. Bunu hemen size haber vermek için emir aldım, dedi. Sultan, hiddetle bağırdı:

- Rasim Bey, Rasim Bey! Selanik demek, İstanbul’un anahtarı demektir! Selanik giderse İstanbul’da gider! Ordumuz nerde, askerimiz nerde? Nasıl bırakılıp da gidilir? Bırakıp gidersek, tarih ve ecdat bizim yüzümüze tükürmez mi? Biraderim Hazretleri buranın tahliyesine razı mı oldu? Hayır, ben razı değilim! Yetmiş yaşında olduğuma bakmayınız. Bana bir tüfek verin, asker evlatlarımla beraber Selanik’i ben son nefesime kadar koruyacağım! Gidin kumandanınıza söyleyin, buradan ben değil, benim cenazem gider, der!

Ne acıdır ki; 1 Kasım 1912 günü zorla İstanbul’a getirilen eski padişah, Beylerbeyi Sarayı’na yerleştirildi. Burada beş buçuk yıl yaşadı. Bu süre içerisinde, otuz üç yıl dâhiyane bir denge siyaseti ile savaşa sokmadan ayakta tutmaya çalıştığı devletin bir oldu-bittiye getirilerek Birinci Dünya Savaşı felaketine sürüklendiğine şahit oldu. Düşmanın Çanakkale Boğazı’nı zorladıkları günlerdi. Düşman donanmasının Marmara Denizi’ne geçebileceğinden endişe edildiği için bir tedbir olarak padişahın ve hükümetin Eskişehir’e nakli kararlaştırılmıştı. İstanbul’da ayrılma durum, Abdülhamit Han’a bildirilince;

Ben, Sultan Fatih’in torunuyum. Hiçbir vakit Bizans İmparatoru Konstantin’den aşağı kalamam. Zira dedem Fatih İstanbul’u alırken, Konstantin, askerinin başında savaşa savaşa ölmüştür. Ben Konstantin’den de aşağı mıyım? Biraderim nereye giderse gitsinler. Fakat O ve hükümet, İstanbul’dan ayrılırlarsa bir daha dönemezler. Bana gelince; ben, Beylerbeyi Sarayı’ndan, ayağımı bir adım dahi dışarıya atmam!” diye cevap verdi. O’nun bu kararlılığı karşısında hükümet, İstanbul’da kaldı. Yüce Hakan Abdülhamit Han böylece, devletin daha o gün yıkılmasını önlemiş oldu. Yani “O yüce hakan” padişah iken de, padişah değilken de devlet yöneticilerine “ibret abidesi “ olarak örnek olmaya devam etmiştir. En büyük talihsizliği devleti en kötü şartlar altında eline almış olmasıdır. Tahttan indirildikten sonra zaman ilerledikçe, aleyhinde olup da pişman olmayan hemen hemen kalmamış gibiydi. Son derece dindar ve namusluydu; abdestsiz olarak hiçbir devlet işine imza atmadığı meşhurdur.

Allah mekânını cennet eylesin.