(-Ancak sanat ve bilim insanlığı tanrısal boyuta yüceltebilir!)

Artık, hiç duymuyordu…
Zorluklarla geçmiş bir yaşamın, işte en zorlu günlerine gelmişti…
Bir müzisyen için hiç duyamamak, ne demek?
O yaşamının bütün anlamını sesler ve onlardan çıkan melodiler üzerine kurmuşken, koyu bir sessizliğin içine gömülüvermek!
Oysa bu bu lanet hastalık kulaklarını kemirircesine çınlamalar ve hışırtılar biçiminde başladığında, inatla ona karşı direnmek istemişti.
Kimi zamanlar bir yastık altına kafasını koyuyor, saatlerce o halde kalarak, her şeyden uzaklaşmak, o çınlama ve hışırtılardan kurtulmak istiyordu.
Sanki, artık yaşam onun için bitmiş gibiydi...
Hırçındı.
Beklenmedik anda kırıcı olabiliyordu.
Sanki uzun süre çaresiz biçimde, kendi canavarını beklemiş gibi bir duygu içindeydi.
Geçmişi bir serencam halinde gözlerinin önünden akıp gidiyordu.
Zor bir yaşamın içinden bu günlere gelmişti.
1770 yılında Bonn'da gözlerini dünyaya açmıştı.
Alkolik bir baba…
Böyle bir koca elinde, doğru dürüst gün görmemiş, çocuklarının hatırına susmuş talihsiz bir anne!…
Tam sekiz çocuk...
Kiminin işitme zorlukları vardı, kiminin başka engelleri...
İşitememek! 
Bu sinsi hastalık, belki günün birinde onu da bulacaktı...
Gün gelip sinsi köşesinden çıkıp da, kulağının içini kasıp kavuran bu hastalık kendini bulduğunda Ludwig, hiç şaşırmadı.
Evet, baba evi gürültü-patırtı ve bağırıp çağırışlarla bir değirmen havasındaydı.
Gürültü hiç eksik olmuyordu.
Babası, kafasının tası attığında acımasızca çocuklarını dövüyordu.
Şarap şişesi yanından eksik olmayan bu kaba adam, gerçekte ücretli saray müzisyenlerinden biriydi.
Müzik kendine çok para getirmese de onun para getirecek bir araç olduğunu aşina olduğu dünyadan biliyordu. 
Günün birinde, daha Ludwig üç dört yaşlarındayken, babası onda müzik yeteneği olduğunu fark etti.
Buna çok sevindi.
Aklında derhal şunu kurdu:
Acaba Ludwig ileride iyi bir müzisyen olabilir miydi? Eğer olursa, oğlu üzerinden iyi paralar kazanabilirdi. İstediği gibi şarabını alabildiği rahat günlerle yaşamını tamamlardı bu olduğunda...
Oğluna sıkı bir görev verdi:
Ludwig evdeki köhne piyanonun başına geçecek, sürekli piyano çalacak, yeteneklerini geliştirecek ve kendini babasına sağlayacağı güzel günlere hazırlayacaktı...
Babası süreler koyuyordu önüne küçük Ludwig'in... Şu saat hiç durmadan piyano çalacaksın, bu süre bitmeden, piyanonun başından ayrılmayacaksın gibi talimatlar veriyordu oğluna acımasız baba...
O piyano çalarken, babası bir köşede elinde şarabı demlenirdi.
Kimi zaman dışarıdan çocuk sesleri geldiğinde, Ludwig kulaklarını kabartır, bağırış çağırışlar arasında oynayan çocuklara karışmak isterdi.
Bu durumda babası kaşlarını çatar, sert bakışlarla sanki ona işine devam etmesini emrederdi.
On yaşına geldiğinde, babası hiç göz açtırmadığı oğlunu, ünlü Mozart’ın yanına götürdü. Mozart bu küçük çocuğun yeteneklerini kısa bir piyano çalmasıyla derhal anladı.
Çünkü Ludwig'in sihirli parmaklarının temasıyla sanki uçan tuşlardan, çok bilindik besteler bile, sanki özel anlamlar kazanıyormuş gibi bambaşka bir tatta dökülüyordu.
Mozart Ludwig'i dinlerken gülümsedi. Yanında bulunan öteki müzisyen arkadaşlarına şunu söyledi: 
-"Bu çocuğa iyi bakın… Gün gelecek, bütün dünya onu tanıyacak”…
Evet, Mozart böyle demişti Ludwig için; ama ona zaman ayırıp birikimlerini ona aktaracak pek zaman da bulamamıştı. 
Neefe ile çalıştı. 
Genç bir adamken Viyana’ya gitti.
Artık onu tanıyanlar, bir parça saygıyla adını tam olarak söylüyorlardı:
Ludwig von Beethoven olarak tanıtıyordu.
Geri döndüğünde, çok sevdiği annesini yitirdi.
Kont Walstein’in yanına giderek, onun orkestrasında viyola çalmaya başladı. 
Kimi özel toplantılara da giderek müzik aletleri çaldı. Bir ara, ünlü kişilerin çocuklarına müzik dersi de verdi.
O, artık yalnız çocuklara öğretmenlik yapan biri olarak değil, aynı zamanda çok iyi viyola ve piyano çalan kişi müzik adamı olarak da tanıyorlardı. 
İşte bu aşamada, kulaklarında o tanımlayamadığı çınlamalar başladı.
Sanki can evinden vurulmuştu. 
İnsanlarla ilişki kurmakta güçlük çekiyor, olması gereken yerlerden köşe bucak kaçıyordu. 
Gittikçe hastalığı arttı.
Kulağında önce gür ve net sesler biçiminde algıladığı melodiler, giderek derinden, sanki sisli perdelerin arkasından ve çoğu kereler de boğuk tınılar olarak geliyordu. 
Ancak o, duyamamasına karşın, ardı ardına senfoniler ve değişik kalıplarda besteler yapıyordu. 
Bir ara, kimi kadınlara ilgi duydu. 
Belki platonikti yaşadıkları, pek belli değil…
İçindeki bu yoğun duyguları, kimi eserlerinde dile getirdi.
Ancak kimdi bu kadınlar?
Kimsecikler net biçimde bilmiyordu.
O içindeki duyguyu yönelttiği kişiyi, “Ölümsüz Aşk” biçiminde tanımlıyordu.
Ve günün birinde, hiç duyamaz oldu.
Artık bütün insanlardan kaçıyordu.
Evine kapanıyor, günlerce sessizliğin üzerini, yalnızlığıyla örtmeye çalışıyordu. 
Hayır, o müzik yapmadan duramazdı.
O zamana dek, duyu yetisini elinden alan canavarın onca baskısına, zorlamasına karşın, inatla müziğini yapmış, en güzel besteleri insanlığın önüne sunmuştu.
Örneğin, tam sekiz senfonisi ve ille de 5. Senfoni..
Yine örneğin, "Für Elisa"...
Eroica... 
Napolyon'a adamışken, sonradan kızıp geri çektiği eseri...
Bir konser anında, bir kontun, "Hadi müzisyen çal!" ukelalığı üzerine, her şeyi orada bırakıp çekip gidişi ve bir kaç gün sonra konta yazdığı mektup:
"Siz kontsunuz. Bugün varsınız, yarın olmayacaksınız. Ancak Beethoven bir tanedir ve hep olacaktır!"
Şimdi duymuyor diye böyle bir adam nasıl durabilirdi ki!
Sessizlik onun düşmanıydı, tamam. 
Ancak o teslim olmaya hiç niyetli değildi.
Tuttu, bu aşamada yaşamının en önemli kararını verdi:
Belki yirmi yıldır uğraştığı, ancak bitiremediği; notalarını o deftere bu deftere kaydettiği bir senfonisi vardı.
Gittikçe kulağına çarpan sesleri duymaz bir hale doğru ilerlerken, son bir çırpınışla bu 9. senfonisini bitirecekti. 
Ve günlerce, aylarca uğraştı.
Gittikçe kulakları devreden çıkıyor; yalnız parmaklarının sihirli uçuşu ve tuşların ritmik hareketi eserine son şeklini veriyordu.
Bazen tek bir notayı, bir başkasından ayırabilmek için uzun süre emek harcamak zorunda kalıyordu. 
Kim bilir, belki sesler üzerinden, bilinmez matematik problemler ve algılamalar kurgulayarak, senfonisinin notalarını önündeki kâğıtlara döküyordu.
Ve eserini tamamladı...9 Senfoni…
Ludwig von Beethoven, eserini icra etmek için, toplam on bin kişinin izleyici olarak bulunduğu büyük bir salonda, tam 300 kişiden oluşan orkestrasıyla eserini icra edecekti. 
Ve o an geldi:
Senfonisini bitirmişti.
Artık Beethoven, hiç duymuyordu, hiç...
Şimdi 9. Senfoni müzik severlerin önüne çıkacak; ilginç tonların, hatta insan sesinin bile eklenmesi için uğraştığı bu yapıt, insandan tanrıya uzanan bir köprü olacaktı.
Senfonisi’ni kendisi yönetmek istedi.
Ancak hiç duymadığı bir dünyada, seslerin inişini ve çıkışını, notaların yükselişini ve düşüşünü nasıl bir kuyumcu hassasiyetiyle takip edebilirdi ki!
Buna karşın, orkestranın tam karşısına yürüdü ve Orkestra Şefi’nin yerini alacağı halkanın üzerinde durdu.
Senfoniyi yönetmek için hazırlanmış olan Umlauf, ünlü besteciye hayranlık ve büyük bir saygı duyuyordu. 
Beethoven’e hiç müdahale etmedi. 
Gitti, başka bir noktada yerini aldı. 
Beethoven yönü orkestraya dönük, büyük bir zafer kazanmış kahraman gibi ayakta duruyordu.
Duymuyordu; ama senfonide yer alan kişilerin üflemelerinden, yanaklarının şişmesinden, her bir enstrümana vuruş biçiminden, kendi senfonisini okumaya çalışıyordu.
Sessiz dünyasında, kendi kafasının içine nakşettiği eserine ait melodileri belleğinde yarattığı kurgu üzerinden iç dünyasında yaşıyordu.
Beethoven’in senfonisi, onun sessiz dünyasından taşıyor, nice sesleri, melodileri, tınıları dinleyenlerin kulaklarına taşıyordu.
Onun işitemediğini bilen izleyenler, önlerinde dimdik ayakta duran yüzyılların kahraman adamına hayranlıkla bakıyor; orkestra azıcık nefes aldığında bu kahramanı deli gibi alkışlıyorlardı. 
Senfoni yarılamıştı.
Bir anda herkes ayağa fırladı, müthiş uğultular arasında salonu bir alkış tufanı doldurdu.
O Banda Beethoven kendi sessiz dünyasında alkışları hiç duymamıştı. Hala orkestraya bakıyor, alkış tufanı karşısında susup kalmış orkestranın neden 
Biri koştu.
Onu kollarından tutup, yönünü ve bakışlarını alkış tufanına doğru çevirdi…
O şimdi ancak, eserini izleyenlerin birbirine inip kalkan el vuruşlarından alkışlandığını anlamıştı…
Nefesini tutmuş, bu hareketlerin bitmesini bekliyordu.
Eser kaldığı yerden sürdü.
Ve muhteşem final:
Beethoven, eseri bittiği yerde, gözyaşları içinde, kendini tutamayarak, bayılır gibi orkestranın en önüne kendini bırakıvermişti.
Zaferinin gücü, onun bile ayaklarını yerden kesmiş, yüreğini duracak ölçüde heyecanlandırmıştı. 
Başarmıştı...
Kendi sessiz dünyasında yaşadığı duyguları, çağın en önemli senfonilerinden biriyle notalar üzerinden aktarmıştı.
Zafer, bu işitemeyen dev kahramanındı.
Ve acı son:
Viyana…
Bir tatil sonrasında Beethoven, siroz olmuştu. 
Yataktan çıkamayacak kadar ağırdı.
26 Mart 1827 de kıyamet gibi yağmur yağıyordu. 
Şimşekler çakıyor, yatağında yatan Beethoven’in loş odası, çakan şimşeklerin ışıklarıyla aydınlanıyordu.
Böyle bir anda Beethoven, birden yarı doğruldu, yumruğunu havaya kaldırdı ve sonra hayata inatla direnmiş bu adam, cansız bedenini yatağa bırakıverdi.
Onu, mezarına uğurlayan 30.000 kişinin kulaklarında, Beethoven’in şu sözleri çınlıyordu: 
-“Sanatın kalbine nüfuz edin. Çünkü ancak sanat ve bilim insanı, tanrısal boyuta yüceltebilir!”