Bazen çevremizde bize örülen tuzakların pek farkına varamayız. Dostumuzu düşmanmış gibi görür ve ona karşı gardımızı sertçe alırız. Hâlbuki bazen bu aldığımız gard ve attığımız yumruk aslında kendimize attığımız yumruklardır. 

İdraki ve görüşü, belki de olayları okuma ve yorumlama gücü olanlar bu hadiselerden çok zarar görmez belki en az hasar ile bu işlerden sıyırıla bilirler.

Ancak bazen öyle tuzaklar, öyle kumpaslar ile etrafımızı hainler sarar ki, akı, kara, karayı ak gösterirler adama. Olay sarmalının içinde bir süre sonra kör döğüşünde bulursun kendini…

Hem kendine hem de sevdiklerine zarar verirken bulursun güçlü ama attığı sersem yumruklar sonunda yorulmuş bedenini…

Anlatmaya çalıştığım satırları bir hikâye ile canlandırayım.

FİL TUZAĞI HİKÂYEMİZİN ADI. 

Kahramanı tabi ki iri cüsseli filler. 

''Fil Tuzağı'' hikâyesinin, filler üzerinde çok farklı bir etki bıraktığına kanaat sahibi oldum… 

Hikâye özetle şöyle: 

Fil Avcıları vahşi filleri takibe alırlar…

Bilirler ki, filler geleneklerine bağlıdır. 

Beslenmeye, sulanmaya geliş gidişlerinde her daim aynı güzergâhı kullanırlar…

Kendilerince uygun bir yerde derin bir çukur (Filin düştüğünde çıkamayacağı kadar) kazarlar ve üstünü kamışlar ile ızgaralayıp, hafifçe toprakla kamufle ederler…

Genellikle fillerin en büyüğü ve en güçlüsü lider olduğundan, gelir ve çukura düşer. Avcılar siyah elbiseler giyip, dayanabildiği sürece fili aç bırakır, şiddet uygular ve eziyet verirler. Günlerce aç-susuz kalan ve hırçınlaşan file, aynı avcılar beyaz elbiselerini giyerek, sevdiği yiyecekler verir, okşar ve gönlünü kazanırlar.

Hırçınlığı geçen filin bulunduğu çukurun önünü kazıp düzeltirler ve beyaz elbiseli avcılar yardımı ile fil çukurdan çıkar ama artık beyaz elbiseli sahiplerini kurtarıcı olarak benimsemiştir. Bundan böyle ''Sahip'' ne derse onu yapmaya devam eder.

Benimsenmiş Çaresizlik(!)…

          Araplar genel kanı olarak ''Türkler Müslüman Değil'' yargısındalar, ben de bunun üzerine giderdim. Yine bir gün böyle bir tartışmanın şahidi olan yaşlı bir amca beni evine davet etti.

Evine gittik.

Bahçesinde her ihtiyacını görecek malzemesi vardı ve açıkta idi.

Hatta ineğinin bile bakım, doğumunun devlet eliyle yaptırılması hikâyesini anlattı.

Bahçede oturduk. Bize ikram edilenler küçük bir pencere önüne konuluyor ve erkekler tarafından  oradan alınarak bizlere ikram ediliyordu.

Bir zaman sonra yaşlı amca çok net bir Türkçe ile *Ben aslında Kars'ın Kağızman ilçesindenim. Osmanlı döneminden beri buradayım ve Birinci Dünya Savaşı öncesi (Sanırım 1909 yılları) Osmanlı Kıyafeti giyen İngilizler buraya (Trabulusgrap) gelmişler, bütün kadınların ırzına geçmişler, yaşlı ve çocukları öldürmüşler.

Aradan altı ay geçmeden de İngiliz askeri kıyafet giyerek gelmişler.

Halka yiyecek, tedavi ve şefkat dağıtmışlar.

Ondan dolayı Araplar Osmanlı'yı ve dolayısı ile de Türk'ü sevmez diye sözlerine devam etti.''

NETİCE-İ KELAM

İşte sırf bu iki hikâyeciği dikkate alırsak dostumuzu düşmanımızı seçme konusunda daha hassas olmamız gerektiğini anlamamız güç olmasa gerek.

Elin emperyalisti ya da kapitalisti sana doğruyu eğriymiş gibi, eğriyi de doğruymuş gibi gösterir.

Bu noktada toplumun aydın kesimine büyük görevler düşmektedir.

Halkı aydınlatmalı tuzaklara düşmekten korumalıdır.

Başka ülkemiz yok…

Sığınacak vatanımız yok…

Bizim derdimiz vatanımızın, milletimizin bekası, mevcudiyetini devam ettirmesidir.

Son nefeste bile Rabbim bizlere vatana bilerek…

Ya da bilmeyerek zarar verdirmesin.

SELAM VE SAYGILARIMLA