Zihnimizi meşgul eden öyle dertler vardır ki, “şundan bir kurtulsam, bayram edeceğim” deriz. Özellikle genç yaşlarda, kafamıza takılan bazı konular bizim için büyük problem olur ve zannederiz ki bu sorun bir çözülse, başka hiçbir sıkıntı kalmayacak.
Oysa insanın yaşadığı müddetçe derdi bitmez. Sadece bizim için “en önemli” olan, bir çıbanbaşı gibi sürekli bizi rahatsız eder. Bittiği anda da önem sırasına göre ön plana çıkan bir başkası hemen onun boşluğunu dolduruverir.
Kişiler gibi, toplumların da, devletlerin de bazı bitmez tükenmez dertleri vardır. Bir aşılsa, ülkenin önü açılacak, her şey bambaşka olacak sanırsınız. Ama devletlerin derdi insanlarınkinden daha çoktur, daha zordur ve daha karmaşıktır.
Geçmişte “şu dertten bir kurtulsak” dediğimiz birçok problemi belki artık yaşamıyoruz. Ama onların yerini alan, daha büyük, daha karmaşık ve daha komplike dertlerle karşı karşıyayız.
Öyle görünüyor ki, Türkiye gelecekte uzun yıllar dört başı mamur, rahat, dertsiz, çilesiz bir bayram geçiremeyecek.
En önemli dini bayramlarımızdan birini yaşıyoruz. Bir zamanlar Ramazan Bayramı 30 günlük bir oruç mevsiminde yaşanan farklı atmosferlerin peşinde gelen “ödül” kıvamında bir bayramdı bizim için. Şimdilerde ise Ramazanın tadına varamıyoruz ki bayramın huzuruna erelim.

**** 

Terörle mücadele, elbette ki devletin asli görevi. Devlet iç ve dış düşmanlara karşı kendini korumak zorunda. Bunu da askeriyle, ordusuyla yapıyor. Fakat nerdeyse gün aşırı gelen şehit haberleriyle adeta yanıp kavruluyoruz. Bu terör belasını başımıza saranlar, bununla da yetinmeyip, ülkemizin ve milletimizin bekasına göz dikmiş durumdalar.
“Arap baharı” diye müslüman ülkelere kurulan tuzak, avlarını yutmaya devam ediyor. Müslüman ülkeler bir bir etkisiz hale getiriliyor. Büyük devletlerin “demokrasi getirme” vaadiyle yerle bir ettiği Irak’ta bugün nasıl bir yaşam var hiç düşündünüz mü? Afganistan’da neler olup bittiğini biliyor muyuz? Gözümüzün önünde Suriye’de yaşanan dramın esrarını çözebilen var mı?
İŞİD diye bir meçhul ortaya çıktığı zaman, bazı Müslümanlar, peygamber sancağını taşıyan bu karanlık güce sempatiyle bakmaktan kendilerini alamadılar. Kim kurmuştu ki bu orduyu, kim düzenlemişti bu planı? Böyle bir oyunun arkasında kimlerin olabileceği çok sonra ortaya çıktı. Ama hâlâ Müslüman ülkeler tam anlamıyla bu planı bozacak bir eylem geliştiremiyorlar.
Siz Haçlı bayrağını eline alıp terör estiren bir grubun ortaya çıkmasını hayal edebiliyor musunuz? Batı böyle bir tedhiş grubunu kendisinin temsilcisi sayar mı, onlara inanır, güvenir mi? Dahası onların Haçlı bayrağı taşımasına izin verir mi?
Müslümanlar en kutsal emanet olan peygamber sancağını, bırakınız Müslümanlığı insanlık düşmanı olan bir garip örgütün elinde tutmasına ses çıkarmıyorlar, ya da çıkaramıyorlar.
Bu hengamede Türkiye bir taraftan Müslüman ülke olmanın, bir taraftan Batıyla entegre olmanın etkisiyle arada savrulup duruyor. Yeri geliyor Avrupalıyız diyoruz, yeri geliyor Müslüman ülkeyiz diyoruz.
Bizim bu halimiz tabii ki düşmanlarımızın gözünden kaçmıyor. Onlar bir biçimde bizi sürekli köşeye sıkıştırmak için uğraş veriyorlar.  Sizin anlayacağınız çok cephede çarpışan bir ülkeyiz şu anda.

***

15 Temmuz’un üzerinden bir yıla yakın bir zaman geçti. Henüz darbe girişiminin üstündeki sis bulutu aralanmış değil. Binlerce kişi işsiz aşsız kalmasına rağmen, devletin içine çöreklenen hain yapının tam kaynağı bulunamadı, bulunduysa da kazınamadı.
Elbette bunun söylendiği kadar kolay olmayacağını biliyoruz. Ancak bu belirsizlik ne zamana kadar devam edecek? Bu belirsizlikten yararlanmasını çok iyi bilen düşmanlarımız, stratejilerini ona göre geliştirmekte mahirler. Zamanla işin tavsaması, hiçbir sonuç alınamadan 15 Temmuz dosyasının kapanması işten bile değil.
Çünkü bunun için içte ve dışta büyük gayret gösteren mahfiller var. Savaşımız teröre ve dış güçlere karşı devam ederken, içerde de huzurlu bir hayatımız yok. Meclisteki partilerimizin hepsi farklı kulvarda. Topyekün ülke menfaati için işbirliği, bizde görülmüş şey değil. En zor ve kritik anlarda bile her fırsat, iç politika uğruna aleyhte değerlendirilebiliyor.
Son zamanlarda Tayyip Erdoğan düşmanlığı Batı’nın gündeminde. Mizah dergilerinden televizyon programlarına kadar sürekli Cumhurbaşkanımız eleştiriliyor. Bazıları da onları kaynak göstererek olaylara çanak tutmaya çalışıyor. Kendi ayağımıza kurşun sıktığımızın herhalde farkında değiliz.
Batı ne zamandır bizim dostumuz oldu ki, bizim iyiliğimize bir şeyler yapıyor olsun?

***
Çok partili hayata geçtiğimiz günden beri 70 senedir seçim kazanarak iktidara gelme imkânı bulamayan ana muhalefet partimiz, her 10 senede bir hukuka ve demokrasiye aykırı bir şekilde, yapılan darbelerle kendisine sunulan iktidar nimetinden uzak kalınca, ülkeyi dış dünyaya şikâyete başladı.
“Bir dikta yönetimi ile karşı karşıyayız. Adaletin olmadığı bir ülkede yaşamak istemiyoruz” diyerek yollara düşen Ana Muhalefet partisi yürüyerek adalet arıyor. –Öncelikle, diktayla yönetilen bir ülkede bunu söyleyebilir mi diye sorabilirsiniz.- Yürüme sebebine gelince, partisine mensup bir milletvekilinin devlet sırrını açığa çıkarmaktan 25 yıl ceza alması… Milletvekili ne derse desin, ne yaparsa yapsın ceza almamalı mı acaba? Ya da ülkenin aleyhine olabilecek her eylemin içinde olanlara millet dar bütçesinden her ay tıkır tıkır maaş mı ödemeli?
Olaylara farklı açıdan bakınca farklı sonuçlar da ortaya çıkıyor. Ancak hangisinin doğru olduğunu bilmiyoruz. Bu yüzden de herkes kendi doğrusunda ısrarcı. Ne zamanki atı alan Üsküdar’ı geçiyor, biz de “bu yanlışmış” diyoruz.
Dedik ya ülkenin başındaki dertler bir iki değil şu sıralar. Sanki üstümüze katar katar geliyor.
Katar deyince Ortadoğu’da oynanan son oyunu hatırlamamak mümkün değil. Yıllardır özbeöz düşmanlarına karşı birleşemeyen Arap âlemi bir anda birlik olup Katar’ı ablukaya alıverdi. Tabi arkalarında bu oluşumu körükleyen ağababaları var ama, bunlar “biz ne yapıyoruz yahu” deyip hiç düşünmezler mi? Bu bana sarı öküz hikâyesini hatırlattı. 
Türkiye hemen tavrını Katar’dan yana koydu ve Katar’a başta gıda olmak üzere her türlü yardımda bulunmayı kendine görev bildi. İyi mi yaptı, kötü mü yaptı bunu da zamanı gelince anlayacağız. 

*** 
Kısacası ülke olarak bayram huzurundan, bayram mutluluğundan, bayram şenliğinden sürekli uzaklaşıyoruz. Ülke bu haldeyken vatandaşta da sevinç, neşe falan gibi duygular oluşamıyor elbette.
Bayramın sebebi olan ramazanın tadı kalmayınca, sonucun böyle olması çok normal. Eskiden yeni elbiseyi, yeni ayakkabıyı bayramdan bayrama görenler için bayram öyle şeyler ifade ediyordu ki… Ramazan da o çok farklı atmosferiyle insanlara ve topluma nefes aldıran serin bir mesire yeri gibiydi.
Oysa artık iftar sofralarında çekilen ziyafetlerle mübarek ay, bir yemek şölenine dönüştü. Hangi restorana gitseniz yer yok. Restorandan vazgeçtim, büfeler, cafeler, hatta rakı balık satan salaş yerler bile iftar menüsü hazırlıyor. Maşallah hepsi de dolu. Pide kuyruğunda beklemenin tadı bile kalmadı.
Şikâyetlere rağmen ekonomik durumumuz eskiye oranla galiba bir hayli iyi… Ama bu bizi mutlu etmeye yetmiyor işte… Özlediğimiz birtakım manevi duygular da var… Habire sanki birileri içerden birileri dışarıdan bu duygularımızı yıkmaya çalışıyor.
Kurbağaların yavaş yavaş ısınan sütün içinde olup biteni farketmeden can vermesi gibi biz de etrafımızda yaşanan gerçekleri algılayamadan geçip gidecek miyiz, yoksa bilincimizi, aklımızı kullanıp bu gidişatı durdurabilecek miyiz… Soru bu…
Gelecek bayrama kadar siz kafanızda bu soruya cevap ararken ben en güzel duygularla hepinizin ve bütün Basın camiasının ramazan bayramınızı kutluyor, milletçe lâyık olduğumuz güzel günlere erişmemizi diliyorum.