İşte halkın -kısmen- haklı tepkisini gören, içli vatan şairimiz Namık Kemal; aşağı yukarı şöyle bir savunmada bulunuyordu:
     Bizi; Batı’yı körü körüne taklit ediyor sanmayınız. Batı’nın her şeyini alıyor diye düşünmeyiniz. Hele hele Hristiyanlığa eğilim gösteriyoruz şeklinde yersiz kuruntulara kapılmayınız. Bizlerin Batı’dan almak istediği ilim ve teknik zaten bizim malımızdı. Biz onların kıymetini bilemedik küstürdük. Şimdi başka ad ve sanlarla Avrupa’da kendini gösteriyor. İşte biz onlara talip oluyor, onların yeniden gerçek yuvalarına dönmelerini istiyoruz diyerek, halkın yüreğine su serpiyor;
onların -bir bakıma- haklı olarak karşı çıkışlarını durdurmak istiyor, frenlemeye çalışıyordu. Çünkü ilim ve tekniğe talip olurken; onların içinde bulunduğu menfî ortamın bozuk ve kötü yönleri de yurda giriyor, onları benimseyen kimi aydınlarla halkın arasını açıyordu. Yavaş yavaş aydınla halk arasında istenmeyen soğuk rüzgârlar esiyor; aydın farkında olmadan içinden çıktığı halkı hor görmeye başlıyor; bu da halkı çok yaralıyor. Bu yüzden karşı çıktıkları arasına, karşı çıkılmaması gerekenler de karışıyordu.
     İşte bütün bunları bilenler; Batı’dan alınması gerekenler hakkında iyice düşünülmesi gerektiğini istiyor. İlim-teknik dışında halka ters düşen şeylere dikkat çekiyor, toplum yapısını bozacak hususlara dikkat edilmesini istiyor. Toplum hayatını temelinden sarsacak alıntıların iyice süzgeçten geçirilmesini istiyor; toplumun mânevî zenginliklerinin zarar görmemesi gerektiğini savunuyorlardı.
     Serseriliğin, başıbozukluğun, kendi başına hareketin, had hudut tanımazlığın; hürriyet ve özgürlük sanılmamasını öğütlüyor. Hak ve hukukun, inancın çizdiği çerçevenin içinde kalınmasının bir nizama bağlı olmak olduğunu söylüyor; bunun esaret, tutsaklık sanılmasın demek istiyorlar; bu hususlarda halkı uyarmayı da kendilerine en büyük görev biliyorlardı.
     Nitekim bu konulardaki hissiyat ve düşüncelere, hattâ inançlara tercüman oluyor, sanki haykırıyor. Uyarmak için âdeta şâha kalkıyor. Bir volkan gibi kükrüyor, bir arslan gibi yelelerini kabartıyor, bir ana şefkatiyle vatandaşlara kanat geriyorlardı.
     Yunus Emre’nin yapmak istediği gibi şehre inmek istiyor, insanların arasına karışmak diliyor, onlara feryat ve figan etmek arzu ediyor, bu şekilde onları uyarmak amacını güdüyorlardı. Çünkü Avrupa her bakımdan taklit ediliyor, hattâ çok kutsal şeyler o yolda feda ediliyordu. Oysa her milletin boy bos durumu başka bir elbise ister. Her milletin inanç ve yaşayış şekli farklı bir giysi ister. Her milletin manevî değer derecesi yâni sahip olduğu özellikleri ayrı ayrıdır.
     Değişik giyecek gerekir. Bir cins kumaş bile olsa, tarzı ayrı ayrı olmak lâzım gelir. Bir kadına bir  jandarma elbisesi giydirilmez. Bir ihtiyar hocaya, tango bir kadın elbisesi giydirilmez. Giydirilirse ne olur derseniz aziz okur! Ne olacak, körü körüne taklit; çok kere maskaralık olur! Neden derseniz, derim ki:
     Evvelâ: Avrupa bir dükkân, bir kışla gibidir. Asya ise tarla, çiftlik ve köy veya câmi sayılır. Bir dükkâncı dansa gider. Bir çiftçi gidemez. Kışla durumu ile mescit durumu bir olmaz değerli okur.
     Hem Enbiyanın çoğu Asya’da gelmiş. Filozofların çoğu ise Avrupa’da ortaya çıkmıştır. Bu durum Allah’ın ezelde verdiği bir hükümdür. Allah’ın ezelde verdiği gizli ve kapalı bir ifadenin  işaretidir.
     Bu demektir ki, Asya milletlerini uyandıracak olan din ve kalbdir.
     Bu demektir ki, Asya milletlerini ilerletecek, kalkındıracak olan din ve kalbdir.
     Bu demektir ki, Asya milletlerini idare edecek ve yönetecek olan din ve kalbdir.
     Felsefe ve hikmet ise din ve kalbe yardım etmeli. Felsefe ve hikmet din ve kalbin yerine geçmemelidir.
     Demek oluyor ki aziz okur! Avrupa’nın anlayış ve yaşayışı başkadır. İslâm Dünyası’nınki gibi değildir. O’na benzemesi de olası değil. İslâm Dünyası’nın da anlayış ve yaşayışı farklıdır. Avrupa’nınki gibi değildir.
     Zaten bu hususlarda ona benzemesi de doğru değil.