İki asra yakın “Batılılaşma” çabası içindeyiz. Zamanla bizi yükselten değerlerin kıymetini unuttuk. Gereklerini yerine getirmez olduk. İnancımızın bizi yücelten güzelliklerini terkettik.

İnancımızın bu güzelliklerini, bizi biz yapan prensip ve ilkelerini sanki küstürmüş olduk. Onlar da kabul görecekleri yerleri mesken edindiler. Güzel niteliklerimizin zamanla yokluğunu hissettik. Bir de baktık ki aslında bizim öz malımız olan değerler Batı’nın eline geçmiş. Başka isimlerle oralarda boy göstermiş.

Batı’nın hem teknikte, hem de medeniyette gelişmesini sağlamış. İleri geçmesini gerçekleştirmiş. Doğuyu temsil eden bizlerle, Batıyı temsil eden Avrupa’nın maddesel bakımdan arasını açmıştı. Bu aralık kapatılmalıydı.

Batı, Müslüman bilim adamlarından ve onların eğitim kurumlarından aldığı ilim ve fenni çok ilerletmişti. Özellikle ilimlerden yararlanma usul ve yollarını çok iyi tesbit edip saptamıştı. En kısa yolda başarıya eriştirecek; tasnif ve tertip metotlarını bulmuştu. Çünkü sırf bilmek yetmiyordu. Bilgiyi nasıl ve nerede kullanılması gerektiğini bilmek de önemliydi.

Kuşkusuz bilginin önemini bilmek iyiydi. Ama aynı zamanda bilgiyi de elde etmek lâzımdı. O da yetmezdi. Bu sefer ondan yerinde faydalanmak da icap ediyordu. Bu ise kullanış biçim ve tekniklerini keşfetmekle mümkündü. Bunlara ek olarak yukarıda belirttiğimiz gibi usul ve metodlarını iyi seçmek ve tayin etmek de hesaba katılmalıydı. Kısaca bilimsel yol yordamı yerinde ve zamanında devreye sokmak gerekiyordu.

Madem ki Batı, malımız olan ilmimizi ilerletmişti. Madem ki Batı, malımız olan bilgimizi en iyi şekilde kullanıyordu. Öyleyse malımız olan ilmi; yeni şekil, yeni kullanış biçimiyle onlardan almamız icap ediyordu.

Biz de öyle yaptık. Bütün içtenliğimizle bunu gerçekleştirmeye çalıştık. Bunun için hem Osmanlı devleti, hem de Türkiye Cumhuriyeti Devleti; yüzlerce talebeyi Batı ülkelerine gönderdi. Ne Osmanlı, ne de Türkiye Cumhuriyeti; bu konuda hiçbir fedakârlıktan kaçınmadı. Oralardan Osmanlı Devleti zamanında, özellikle askerî danışmanlar getirildi. Bazı bilginler celbedildi.

Hattâ Türkiye Cumhuriyeti, Hitler Almanyasında güç durumda kalan kimi Alman bilginlerine kucak açtı. Üniversite kürsülerinde mesleklerini icra etme imkânı verdi. Fakat Batı’ya ilim - teknik alanlarında, muhtaç oluşumuz halkı tedirgin etti.

Özellikle Osmanlı Devleti zamanında halk; Batı’ya bu konuda el açılmış olmaktan çok rahatsız oldu. Çünkü Osmanlı Devleti yüzyıllarca -özellikle- Avrupa’ya ilim götürmüştü. İrfan taşımıştı. Teknikte örnek olmuştu. Üstelik Hak dindeydiler. Hak yoldaydılar. Hakk’ı biliyorlardı. Hakk’ı tanıyorlardı. Hakkı yayıyorlardı.

Ve bu yaymayı, bu Hakkı taşımayı en güzel şekilde yapıyordu. Kimseyi dininden etmeden yapıyordu. Hakkı göstermeyi Hakka örnek olmayı, kimseyi dilinden etmeden yapıyordu. Kimseyi örf ve an’anesinden yoksun etmeden yapıyordu. Kimseyi gelenek ve göreneğinden mahrum etmeden yapıyordu.

Kilise’yi, Havra’yı, Sinagog’u yıkmıyordu. Sadece yanlarına bir de Câmi yapıyordu. Kimseye Hak Din İslâm’a girmesi için zor kullanmıyordu. İslâma gelmesini dayatmıyordu. Sadece akla kapı açıyor, isteğiyle, istençliğiyle ora halkını başbaşa bırakıyordu.

Halk ister kiliseye, isterse Havra’ya, isterse Câmi’ye gitsin buna karışmıyor. Aksine bu seçme özgürlüklerini korumak için oralarda boy gösteriyordu.

İşte bu yüzden Halk kabullenemiyordu bu durumu. İnsanlığın hizmetinde, mazlumun yanında, zâlimin ve haksızın karşısında olan bu millet; böyle mi olmalıydı? Batı’ya el açar duruma mı düşmeliydi? Onun içindir ki Batı’ya yöneliş halkı rencîde edip incitiyor, halkı üzüyordu. Kavimlerin azîzi iken, düşman zelîl etmişti bizi!

İşte bu durumu bir türlü hazmedemeyen halk; Batılılaşmaya karşı çıkıyordu. Hattâ bu yüzden ülkenin kalkınması, toparlanması için insan üstü çaba sarfeden bir pâdişahına bile “Gâvur” nitelemesini yapmaktan kendini alamamıştı!