Hun Türkleri, 352 yılında hakanları Kama Tarkan idâresinde Avrupa topraklarına yerleşerek Avrupa Hun İmparatorluğu’nu kurdular. İmparatorluk, Dengizek döneminde 469 yılında dağıldı ise de, Hun kabileleri varlıklarını devam ettirdiler. ‘Bulgar Türkleri’ olarak anılan bu kabileler, Günümüzdeki Bulgaristan halkının atalarıdır. Onlar, önce dillerini sonra dinlerini en sonunda da milliyetlerini kaybedip, hiçbir iz bırakmadan Slavlaştılar.

1352 yılında Osmanlı Türkleri Avrupa’da görüldüler. Osmanlı Cihan Devleti’nin Avrupa topraklarındaki hâkimiyet alanı, 8 Ekim 1912 târihinde başlayan Birinci, 24 Haziran 1913’te başlayan ikinci Balkan Savaşları ile iyice daraldı. 29 Temmuz 1913 tarihinde imzalanan İstanbul Antlaşması ile Trakya’da bu günkü sınırlarımız çizildi.

1352’den 1913 yılına kadar devam eden 561 yıl boyunca Avrupa’da pek çok eser meydana getirdik. Hıristiyan batılıların vandalizminden1 kurtulan eserlerimizi Yavuz Bülent Bâkiler, yerinde inceledi ve görüp yaşadıklarını ‘Avrupa’da Türk İzleri’ adı ile TRT Ankara Televizyonu ekranından sundu. Televizyon programına ait notlar, Şubat 2017’de, 13,5 X 21 santim ölçülerinde 192 sayfalık kitap hâlinde yayımlandı.

Kitap, ifâdeler ve kelimelerle çizilen yüzlerce tablo ile, Osmanlı ihtişamının âbidesi hükmündedir. ‘Türk izleri’ olarak isimlendirilen eserlerle birlikte Osmanlı’nın zarâfeti, letâfeti ve insanlık anlayışı da anlatılıyor: ‘Türk adâleti, kilise adâletinden iyi işlerdi. Nitra2 zabıtlarından açıkça öğreniyoruz ki Macar çiftçiler, aralarındaki anlaşmazlıklar için kendi kilise mahkemelerine değil, Nitra’daki Türk kadısına başvuruyorlardı.’ (s: 15)

Bâkiler’i Prizren’de3 ilk selamlayan kubbelerle minârelerdir. Sokaklardaki insanlar, sanki uzun yıllar, birlikte yaşadığımız komşularımızdır. Evler, dost kapılarla açılıp kapanıyor. Arasta Câmii’nin minâresi, göğe doğru çekilen bir elif gibi. Dağ eteğinde kurulan eski bir mahallenin ismi: Maraş. (s: 58, 59)

Yazarın nesir şiirleri ile Yahya Kemal Beyatlı’nın nazım şiirleri bir ihtişam yarışındadır. Bu yarış eseri bir solukta okunur hâle getiriyor: ‘Her gün Bismillahlarla açılan Gazi Hüsrev Bey4 Bedesteni’nin kapısı üzerinde büyük devlet adamımızın ismi, yüzyıllardan beri gülümsüyor. Bedestenin serin iç dünyasında dünkü medeniyetimizin yüreği vuruyor. Bedesten, Türk’ün Avrupa’daki yüz akı eserlerinden biri.’ Bir başka cümle: ‘Eski hamamın küçük havuzundan su içmek istercesine uzanan Türk lâleleri, Türk’ün sanat sembolleri, Pâdişah tuğraları yanında bu güzelim lâleler, güzelim Oğuz Boyu’nun imzalarıdır.’ (s: 75, 76)

Ve… taştan bir hilal: Mostar Köprüsü. Çeşitli Türk eserleriyle birlikte bugün Bosna Hersek’te turizmin altın damlatan musluğu… Sonra Mehmet Paşa Câmii. Evliya Çelebi’nin yazdığına göre Cihan Devleti Osmanlı döneminde Mostar’da 45 câmi ve mescit, 19 su değirmeni, 26 han, 2 hamam, 5 medrese vardı. Ve bunlar şehrin 53 mahallesine dağılmışlardı. 17. Yüzyıl başlarında 304 evli, 350 dükkânlı bir yerleşme merkeziydi. (s: 84) Mostar halkı köprüye, bir sevgiliye bakar gibi hayranlıkla bakıyor. Bu bakışlarla iç huzuruna kavuşuyor.

Bilindiği gibi Mostar köprüsü 400’ü aşkın yaşında iken, 1992 yılında vandalist Sırplar tarafından yıkıldı. 2003 yılında Türk mimarlar tarafından yeniden inşa edilip dünya kültür mirasına kazandırıldı.

Nazımda ve nesirde zirve edip Bâkiler, Tuna Nehri’ni, Mohaç’ı, Nazlı Budin’i, 400 yaşındaki câmileri, Estergon Kalesi’ni okuyucularına tanıttıktan sonra rehberlik ettiği insanları Gülbaba Türbesi’nde mânevî kirlerinden arındırıp, büyük Türk cihangiri Atilla’nın sokağına götürüyor. Macarlar, ‘Tanrı’nın Kırbacı’ olarak andıkları Atilla’yı, bizdeki solaklara-salaklara inat, ‘ata’ olarak kabul edip saygı duyuyorlar.

Bâkiler sonra da, arkasına takılan, çevresinde toplanan turist okuyucularını Buda-Peşte’de İbrâhim ve Hamza Bey sokaklarına, Türk Yusuf Caddesi’ne, nazlı Tuna’ya ve Estergon Kalesi’ne götürüyor.

Türklerin, Tuna târihindeki büyük rolünü, Türkiye’de kaç kişi biliyor? O büyük rolü, rehberimiz Bâkiler, Macar Türkologlarından Prof. Lazslo Rasonyi’nin açıklamasıyla naklediyor. (s: 131) Türkiye’de Faymonville5 Köyü’nü bilen Türklerin sayısı az değildir. Köye gelen Turistler, ayyıldızlı bayrağımızın aydınlık ve sevgi sıcaklığı ile karşılanıyor. Dünyada benzeri yok. (s: 170) Yavuz Bülent Bâkiler’in Avrupa’daki Türk izlerini tâkip eden seyahati, Romanya’nın Dobruca ve Köstence şehirlerinde sona eriyor. Romanya, bir zamanlar Kırım Türklerinin sığınağı, Gagavuz ‘Gökoğuz) Türklerinin Türklük ruh ve şuurunu kazandığı yurdu idi. Günümüzde ise 800.000 nüfusu ile Sekel Türkleri yaşıyor. (s: 187-192)

‘Avrupa’da Türk İzleri’ okuyucusunu ecdadımızın yaşadığı topraklarda gezdiriyor. Köprülerden çarşılara, medreselerden câmilere, hanlara, hamamlara… mimârî doku arasında târihiyle kültürüyle sosyal hayatıyla Türk sanatının hayranlık uyandıran inceliklerini anlatıyor, gurur veren zaferleri hatırlatıp âbide şahsiyetlerle tanıştırıyor.

YAKIN PLAN YAYINLARI: Cumhuriyet Mahallesi, Halaskârgazi Caddesi, Nu: 97 Osmanbey, Şişli, İstanbul.Telefon: 0.212-458 20 22 Belgegeçer: 0.212-458 20 77 e-posta: [email protected] / www.yakinplan.com.tr 1 Vandalizm: Kültür ve sanat eserlerini bilerek ve isteyerek yakıp yıkmak suretiyle yok etme maksadıyla yapılan hareketler. 2 Nitra: O dönemde Macaristan, günümüzde Slovakya sınırları içerisinde bulunan bir şehir 3 Prizren: Kosova’nın târihî şehri

4 Gazi Hüsrev Bey (1480-1541): Sultan İkinci Bezayıd Han’ın kızından doğma torunudur. Kanûnî Sultan Süleyman Han’ın seferlerine katıldı. Zaferden zafere koşarken, sancak beyi olduğu bölgeyi mâmur hâle getirdi. İlim merkezleri kurdu. Adâlet ve ihsânı ile halkın sevgi ve saygısını kazandı. 5Belçika'da, 785 yılında kurulan Faymonville köyünde hiçbir Türk yaşamadığı halde, köy asırlardır 'Türk Köyü' olarak anılıyor. Köyün futbol takımının ismi de ‘Genç Türkler Birliği / RFC Turkania’

KUŞBAKIŞI:

MARAŞ DESTANI

Kahramanmaraş, edibi ve şâiri bol bir ilimizdir. Dr. Oğuz Paköz, Kahramanmaraşta doğup yetişmiş, orada yaşayan bir tıp doktoru. Bir taraftan hastalarına şifa sunarken, diğer taraftan hem dergiyayınlamak suretiyle kültürümüzün gelişmesi için gayret ediyor hem de şiir yazarak ve kitap hâlinde yayımlayarak, yaşadığı şehri tanıtıyor. Şiirleri çoğunlukla Kahramanmaraş üzerine… Dr. Paköz, ‘Maraş Destanı’ isimli 13,5 X 21 santim ölçülerinde 119 sayfalık eserinde; 22 Şubat 1919’da İngiliz, 30 Ekim 1919 Fransız işgalinden 12 Şubat 1920 tarihinde işgalden kurtuluşa kadar yaşanan hâdiseleri, Yunus Emre mısralarında görülen duruluk, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun destanlarındaki haşmetle anlatıyor. Maraş, Anadolu’da son işgal edilen, buna rağmen ilk kurtarılan vatan toprağıdır. İlk kurtuluşun yaktığı meş’ale, bütün Anadolu’yu aydınlatmış, ayağa kaldırmış ve harekete geçirmiştir. Bu hâdisenin kendisi muhteşem bir destandır. Unutulmaması, târihe not düşülmesi için gereken, Dr. Paköz tarafından yapılmıştır. ‘Kurtuluş…’ dile kolay gelen bir kelime. Gönüllere müjde, kulaklara mûsîkî… Peki işgalden kurtuluşa kadar geçen süre? O sürenin bir sahnesini Oğuz Paköz, yazdığı destanın ‘Senem Ayşe’ başlıklı bölümünde anlatıyor: Savaşın kızıştığı Yaşlıların çocukların ahırlarda saklandığı Bir günde Ayşe, Ramazan’ın eşi Ayşe Senem Ayşe Ahırda otururdu yakınlarıyla Alkışlar1 ederdi çetelere Kargışlar2 ederdi yağıya3 Çetelerin içinde Ramazan da vardı Ayşe’nin eşi Ramazan da Ayşe de Hüveydi Aşiretinden

Mahkenli’den Atmalı’dan Karayılan’a akraba Okunurken alkışlar Kıpırdadı kapı Fısıltılar geldi sokaktan Ramazan yaralı dedi biri Bir başkası şehidimiz var dedi Güpürdedi yüreği Ayşe’nin Güp güp çırpıyordu göğüs kafesi Açın yüzünü açın dedi Kararlıydı Ramazan geldi usuna Yüreği güm güm attı Kimse ayıramadı Ayşe’yi Gördü şehidini Gerçeği gördü Senem Ayşe girmedi içeri Giysilerini giydi Ramazan’ın Biricik oğlunu bıraktı bacılara Koştu sipere tüfeğiyle Ramazan’ın Çete oldu çetebaşı oldu Kurtuluşa dek savaştı yılmadı Kurtuluştan sonra da Bir yardım almadı devletten Evlenmedi de bir daha Yokluk içinde büyüttü O biricik oğlunu Yokluk içinde yaşadı Ölene dek Savaştı savaştı savaştı Bir tek para bile almadı Varsıllığı Özgürlükte bulmuştu

1Alkış: Dua 2Kargış: Beddua 3Yağı: Düşman ÇAĞDAŞ KİTAP KIRTASİYE: Şeyhâdil Caddesi Nu: 26/C KAHRAMANMARAŞ. Telefon: 0.344-224 20 72 Atatürk’ün Ortadoğu Projesi ELCEZİRE KONFEDERASYONU: el-Cezire, Mezopotamya’nın kuzey uzantılarının Arapçadaki adıdır. Irak, Güneydoğu Anadolu, Suriye, ve İran toprakları bu bölgenin içerisinde yer alır. Dar bölge olarak da Fırat ve Dicle ırmakları arasında kalan bölgedir. Murat Güztoklusu’nun kaleme aldığı el-Cezire Konfederasyonu isimli, 13,5 X 21 santim ölçülerinde 272 sayfalık eseri, bir taraftan ‘resmî târih’e başkaldırırken diğer taraftan hakkı gasp edilen Antep savunması komutanlarından Şefik Özdemir’in destansı kahramanlığını târih sayfalarına aktarmaktadır. Kısaca belirtmek gerekirse Şefik Özdemir; Musul vilâyetinin fiîlen işgalden kurtarılmış hâle gelen doğu kesiminin anayurda katılması fırsatını yakalayan kahramandır. Buna rağmen uzun yıllar devam eden Lozan kutlamaları çerçevesinde oluşturulan ve tabulaştırılan ‘Lozan Efsânesi’ ile geri plana itilmiştir. El-Cezire Konfederasyonu, Mustafa Kemal Paşa’nın ‘Sivas Kriterleri’ne dayanarak, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 25 Nisan 1920 günü dile getirdiği ‘Anadolu-Suriye-Irak milletleri Birleşik Cephesi’dir. Mustafa Kemal Paşa, sözlerini şöyle bitiriyor: ‘Gerek Iraklıların ve gerek Suriyelilerin, dindaşlarımızın kalpleri bizimle berâberdir. Eğer bundan sonra esbâbına tevessül edilirse, bunlardan azamî istifade etmek mümkündür.’ Nurat Göztoklusu eserinin sonraki sayfalarında bu düşüncenin tatbikata konulamamış olmasının sebeplerini açıklıyor: ‘Irak; Birinci Dünya Savaşı öncesinde 20. Yüzyılın ikinci yarısından itibâren stratejik önem kazanan petrol kaynakları sebebiyle büyük emperyalist rekabetin alanı olmuştur. Topraklarında güneş batmayan Britanya İmparatorluğu ile Avrupa’nın yükselen gücü Almanya, Amerikalıların Teksas, Rusların Bakü petrollerine yaslanarak elde ettikleri enerji kolaylıklarına Ortadoğu’da varlığı belirlenen petrol yataklarına erişim ve işletim hakkını elde ederek kavuşmak istiyordu.’ 3 Haziran 1920 târihinde Cemil Muhammed önderliğindeki Telafer Ayaklanması, birleşik cepheye yeni bir nefes kazandırdı. Libyalı Şeyh Seyyid Ahmed Sunusi de, ittifaka destek vermişti. Bölge halkının verdiği destekler, bölgedeki mahallî liderlerin ihtiraslarında boğuldu. Not: Şefik Özdemir, 400 sene önce Kafkasya’dan göç ederek Türkiye’ye gelmiş, târihî şahsiyet Özdemiroğlu Osman Paşa’nın yakın akrabası olan bir ailenin mensubudur. Mısır’daki el-Ezher Üniversitesi’nin İslam ve Şark Edebiyatı ile İlâhiyat bölümünden diploma almıştır. BARIŞ KİTAP: Zafer Çarşısı Nu: 10-11 Yenişehir, Ankara. Telefon: 0.312-435 29 69 DİLLERİN KATLİ / Bir Dilin Ölümü Bir Milletin Ölümüdür: Prof. Dr. David Crystal’in 13,5 X 21 santim ölçülerinde 230 sayfalık eseri, Gökhan Cansız tarafından Türkçeye tercüme edilerek 2015 yılında 3. Baskı olarak okuyucuya sunuldu. İlk baskısı 2007’de yapılmıştı. Yazar, kitabın Türkçe baskısına yazdığı önsözde; kaybolma tehlikesine mâruz kalan dillerin kurtarılması için ‘Tehlike Altındaki Diller Vakfı’nın yüksek miktarda bağışlar topladığını ve büyük alaka ile karşılanan faaliyetler gerçekleştirdiğini açıklıyor. Vakfın maksadı, herhangi bir dilin, konuşma vasıtası olmaktan çıkmasını önlemektir. Bu da bir görüştür. Yazar, kitabının Türkçe baskısı için özel bir ‘Önsöz’ yazmışsa da kitabında, Türkiye’de yaşanan dil katliamından söz etmiyor. Anlaşılan odur ki Türkçe, iç ve dış tahribatla ne kadar bozulursa bozulsun, yabancı dillerin karışımı ve istilası altında kalırsa kalsın, ‘kaybolma’ tehlikesi ile karşı karşıya değilmiş gibi davranılıyor. Tatbikata bakıldığında Türkçenin bozulması, Türkçe kelimelerin dilden çıkartılması, yerine batı dillerinden, mümkün olan en yüksek sayıda kelime konulması, Türk dilbilgisi kaidelerine aykırı olarak kelime uydurulması, hattâ kaidelerin çiğnenip paspas gibi kullanılması istenildiği açıktır. O halde Türk dilinin korunması; milletiyle, yetkili ve sorumlu makamlarıyla, Türkiye’nin vazifesidir. Belki de onlar; ‘siz’ kelimesinin tekil ikinci şahıslar için kullanılmayacağını iddia eden ve bu iddiasını (yazarının ifâdesiyle satılmayan) kitaplarda (hayır kitaplarda değil, yine yazarının ifâdesiyle -ve nasıl bir şeyse- ‘betik’ dediği yerde / nesnede belirten kişilerin olduğunu bilmiyorlardır. Ayrıca Türk Dil Kurumu’nda yönetim kadrolarının değişmesiyle Türk dil bilgisi kaidelerinin de değiştiğinin farkında değillerdir. Öyle ya! Sözlükler ve yazım kurallarına ait kitaplar, üst kademedeki yöneticiler için değil, ilk, orta ve lise öğrencileri için hazırlanıyor. Yukarıdakiler bu tür çocuk kitaplarıyla niçin ilgilensinler ki? Herşeye rağmen siyâsilerimizin, seçilmiş ve tâyin edilmiş yöneticilerimizin; ‘Dillerin Katli / Bir Dilin Ölümü, Bir Milletin Ölümüdür’ isimli kitabı okumaları gerekir. Tam da onlar için yazılmış bir kitaptır. PROFİL YAYINCILIK: Çatalçeşme Sokağı Nu: 52 Meriçli apartmanı Kat: 3 Cağaloğlu, İstanbul. Telefon: 0.212-514 45 12 eposta: [email protected] // www.profilkitap.com

KISA KISA… KISA KISA…

MİLLÎ TÂRİH NEDİR:

(Ahmet Vurgun / Yeni İnsan Yayınları) OSMANLI’DA YASAKLAR: (Nermin Taylan / Ekim Yayınları) EMEVİLER DÖNEMİNDE FETİH POLİTİKASI: (Celal Emânet / Özlenen Rehber Yayınları) GÖKBÖRÜ’NÜN İZİNDE / Kadim Türklerin Topraklarında: Ahmet Taşağıl / Kronik Kitap) VELİLERİN DÜSTURLARI: (Muhyiddin İbn Arabî – Ekrem Demirli / Litera Yayıncılık) DERKENAR: TÜRKÇEYİ NASIL MAHVETTİLER? ŞAKİR ALPARSLAN YASA Göktürk ve Uygurlardan Yeni Lisan hareketine kadar Türkçenin bütün büyük dönemeçlerinde sistemli bir tercüme faaliyeti dikkati çekmektedir. Tercüme, Akkadcadan başlıyarak Latince, Arapça, Fransızca, İngilizce, Almanca gibi bütün büyük kültür dillerinin inşâ ve inkişâfında birinci dereceden rol oynadığı gibi, muâsır Türkçenin ve bilhassa muâsır Türk nesrinin yoğrulmasında da birinci dereceden bir âmil olmuştur. Mâmâfih, tercüme faâliyetinin, hem dili, hem de millî kültürü inkişâf ettirici (diğer tâbirle onlar üzerinde yapıcı) bir tesîr icrâ edebilmesi için, onun, sistemli (yâni hedefleri belli) ve seçmeci bir tavırla, ayrıca millî hassasiyetle yürütülmesi lâzımdır. 19. asrın ikinci yarısı ile 20. asrın ilk yarısındaki usta mütercimlerimiz, umûmiyetle, bu şuûrla hareket ettikleri için, Türk diline ve kültürüne büyük hizmetlerde bulunabilmişlerdir. Onların -yine umûmiyetle- ne kadar sağlam bir millî şuûrla hareket ettikleri şuradan da bellidir ki Fransızcadan onca kesîf tercüme faâliyetine rağmen, umûmî dile sâdece 600 civârında Fransızca kelime girmiştir. Hâlbuki 1930’lardan sonra, Türkçenin Fransızcanın âdeta bir istîlâ hareketine mârûz kaldığı, umûmî lügatteki Fransızca kelimelerin sayısının 5000’i aştığı görülmektedir. Türkiye’de Avrupalılaşma siyâsetinin her sâhaya olduğu gibi dil sâhasına da hâkim olması ve dilin bu uğurda kasd-ı mahsûsayla ve resmî imkân ve baskılarla Fransızcalaştırılmasıdır. Hem de, bahis mevzûu olan, artık sâdece kelime hazînesinin Fransızcalaştırılması değildir; ‘dil inkılâbı’ tâbirine uygun olarak, bizzat dilin bünyesi de Fransızcalaştırılmak istenmiş ve kullanılan Resmî Dilde buna büyük ölçüde muvaffak olunmuştur. Böylece, ‘Öztürkçe’ ismi altında, Fransızcalaşmış bir Türkçe Devlet Dili hâline gelmiştir. Bu hâl, Türkçenin târihinde, ‘Dîvan Dili’ benzeri yeni bir sapmadır. Fakat şu farkla: Hilâf-ı hakîkat olarak ‘Öztürkçe’ adı takılmış yeni sun’î dil, bizzât Devlet tarafından ve Devletin elindeki muazzam imkânlarla halka dayatıldığı için, yaygın kabûl gören bir ‘piçin’ olmuştur. Hattâ yeni nesiller bütünüyle bu dilde yetiştikleri için, onun artık bir ‘kreöl’ hâline geldiği de ileri sürülebilir. Türkçenin İnkişafı İçin Tercüme. Hitabevi Yayınları, Ankara 2014 (s: 195-196)